Avatar

Eighteen Seconds Before Sunrise

@defteriminarkayuzu / defteriminarkayuzu.tumblr.com

Avatar

Neden kendi fotoğraflarıma bakarken birden ağlama isteği geldi?

trende ve havalimanında ve uçakta da ağlamadım demem artık.

bi albümlük ağlayınca hafifliyormuş

you can’t take a picture of it.

Avatar

Doğada her şey eğimli. Doğrusal bir şey yok. Kuşlar dümdüz uçmuyor. Eğer belirli bir irtifaya çıkması gerekirse, ona göre yükseliyor. Eğer ulaşmak istediği yere çıkamazsa asansör gibi dümdüz yükselemiyor.

Bunun bir sebebi olmalı.

Yükselmek bizim sandığımız gibi bir şey değildir belki de. Yukarı çıkmak, ilerlemek, devam etmek sandığımız gibi daima üzerine bir şeyler koyarak yukarıya çıkmak değildir belki de.

Kara hayvanlarının göç rotalarının düşünürsek onlar da doğrusal değil. Mutlaka kıvrılıp bükülüyorlar. Av ve avcı arasındaki ilişki de böyle.

Küçükken antilopların çitalarla yarışını izlerdim belgesellerde. O durum da farksız. Çitaların ham hızı var ve düzlükte farklı çok hızlı kapatabiliyorlar. Ancak bu hızın dezavantajı keskin dönüşler yapamıyorlar çünkü aniden yavaşlamaları ve döndükten sonra da çok hızlı hızlanmaları gerekiyor.

Antiloplar ise öyle değil. Belki onlar çitalar kadar hızlı koşamıyorlar ancak sert dönüşleri kolayca yapabiliyorlar.

Bu yarış en hızlı olanın kazandığı bir yarış değil her zaman. Daha dayanıklı olanın da kazandığı bir yarış. Tempoya ayak uydurabilen, her zaman dümdüz gitmeyen, gerektiğinde ulaşmak istediği yer için hedefinden şaşanların yarışı.

Pazarlamada bunu dayanıklılık (resiliance) olarak yaftalıyorlar. Tüm medeniyet boyunca her şeyi doğadan alıp sonra ondan ayrı kavramlarmış gibi kılıf giydirmemiz pazarlama içinde de tezahür ediyor.

Dümdüz gitmek zorunda değiliz. Birden ulaşmak zorunda değiliz. Gideceğimiz yer neresi olursa olsun olduğumuz yer ile bağlantısı da bir o kadar kıymetli.

One Piece hakkında konuşurken her ne kadar klişeleşse de varılacak yer önemli değil, her şey yolculuk hakkında.

Avatar

İnsanlar ne kadar iyi olduğumu görüyor ve dile getiriyor. Ben de bundan keyif duyuyorum. Parlıyorum ve parlayacağım.

Güler yüzüm, iyi niyetin, şefkatim, yumuşak yüreğim açsın önümü. Benim de gücüm belki böyle bir şeydir.

"Not flawless but gorgeous. just like a horse is."

Çünkü bunu fark eden ve bir şekilde dile getiren en az 5 kişi var. Kendim olunca ve bunları duyunca sevildiğimi de hissettim. Bir validation olmadan.

Avatar

Garda karşılaşacağım anı bekliyorum. Ne olacağını belki biliyorum belki de bilmiyorum. Bu bilindik bilinmezlik cezbediyor. Her seferinde böyle karşılacak heyecanım var. Her seferinde bir parıltı.

Bu bilinmezlik büyük bir heyecan.

Hayat beni hayal edemediğim yerlere götür.

Avatar

Yarın turnemin ilk ayağına çıkıyorum. Artık hayatın kafası yavaş yavaş vurmaya başladı. Bir şeyler gerçek olabilecekmiş gibi. Hayat beni nereye götürecekse, yaşayalım ve gidelim bakalım.

Sırayla insanlarla vedalaşıyorum. Spor hocamla, terapistimle, dişçimle. Belki de yaşadığımız yere ait hissetmemizi sağlayan şeyler bu tip rutinlerdir. Tamamen hayatımızda olmayan ama düzenli bağımızın olduğu. Mesela tesisat ve çatıcı Aydın usta gibi. Onu son kez bir daha çağırmam gerekecek. Kalanı artık kardeşimde.

Dilerim gönlümce olur her şey.

Avatar

It's not Drake's album title. So it's not like if you are reading it's too late. It's the opposite, it's never too late.

I can see the vantage point. It's good. It's quiet. It's peaceful.

Çünkü inan ki bunları kim okuyor bilmiyorum. Ve bir bakıma bunun bir önemi yok. Üç beş cümleyi kurarken elli kere typo yapmaın da bir önemi yok.

Hayat nereye götürecekse götürsün ben orada mutluyum. İç dünyamda mutluyum. İç dünyamda content hissediyorum. Ya da en azından mutluluğun nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Bir kelimeler beni nereye götürecekse bundan memnunum. Bakalım nerede gözlerimi açacağım bundan birkaç gün sonra.

Bazen hayat beni taşıyor gibi hissediyorum. Sanki ben bir şey yapmıyorum da hayat beni bir yerlere götürüyor gibi. İlk kez amerikaya gittiğimde de böyle hissetmiştim. Sanki kontrolüm dışında hayat beni bir yerlere taşıyor gibi. Vallahi taşıyor. Ama bunlar benden bağımsız değil, bunu biliyorum.

Ve saatim kolumu çok sıktı. Bunu da biliyorum.

Hayatın beni taşıdığı yerlere gitmeye hazırım. Çünkü hayatım da kariyerim de biraz böyle şekillendi. Ağırlıklı olarak duygularım da beni biraz böyle taşıyor. Sanki gitmem gereken yeri bilmiyorum ama içten içe çok iyi biliyorum. Hayat beni taşıyor. Ben hayatım önüne serdiklerimle birlikte hayatımı şekillendiriyorum.

Bilemiyorum bu nasıl bir denklem ancak hayatta mutlu olmak istiyorum. Zamanımız o veya bu şekilde kısıtlı bunu biliyorum. Ve bilinçle veya bilinçdışı hayatım beni buraya taşıdı. Bundan memnununm.

Gidebileceğim yerleri, olabileceğim şeyleri biliyorum az çok biliyorum. Hayatın beni mutlu edeceği mutlu girdaplar arıyorum. Fazla bir değişikliğin yeri stimule edecek değişkenlerin olmasına gerek yok sadece kendi labirentimi arıyorum.

Bilinmezliklerin değil aşinalıkların olduğu. Çünkü hepimiz için bir yer var bu kürede kendimizi evimizde hissettiğimi.

Öylece gidiyor kelimeler beni götürecekleri yere bakıyorum sadece yalın bir yolcu olarak.

Zaten artık long form text content'i tüketecek birisi var mıdır şüphe ediyorum.

Hepimiz bir şekilde yaşlandık, yaş aldık. Bu hayat bizi sürüklüyor. Ancak hayatın içinde mutlu olduğumuz anların kıymeti benim için yaşamı değerli kılıyor.

Zaten yaşam ile ölüm arasında sallanırken hayatımızı anlamlı kılan şey bizim ona verdiğimiz değer. İnan ki biraz daha fazlasından bir şey beklemiyorum. Çünkü günün sonunda hiçbir anlamı yok. Ya da in the end, it doesn't even matter yani. Ama bunu hiçliği öven bir taraftan söylemiyorum. Gerçekten, hiçbir şeyin anlamı yok mutlu olduğumuz anların dışında.

Çünkü aslında hayatımızda gezegenin ömrüne bakarsak küçücük. Bu süreyi kuşları seyredip, ötüşleri ayırt etmeye çalışıp küçük bir yarışmaya çevirmeyi tercih ederim.

Çünkü dalgaların sesinden ve kuşların ötüşünden daha kıymetli bir şey yok. Bu sırada Lykke Li - I Know Places'ın sonundaki dalgalar çalıyordu.

Hayat işte. Küçük mutluluklardan ibaret. Zaten dünyada onca yaşantıya, onca canlıya bakarsak geriye kalan tek şey gerçekten küçük, tatlı, kıymetli anılarımız. Çünkü başkasının hatırlamasına bile gerek yok, sadece onların hatırlanması yaşamı ve yaşananları kıymetli kılıyor.

Bazı şeyleri de bilemeye gerek yok çünkü ister sürpriz de ister bilinmezlik ama bilinmesine bir anlamda gerek de yok. Bu tek taraflı bir iletişim. Bu bir anlamda kimseye bir anlamda birine. Çünkü bunlar böyle akıp gidiyor. Kelimeler.

Dil bilgisi yok sadece kelimeler diyeceğim ama dil bilgisini de sürekli düzeltiyorum çünkü çok hata yapıyorum. Bunları düzeltmesem kimse bir şey anlayamazdı. Ha birisi okuyacak da anlayacak mı bilmiyorum. Ama en azından ben geri dönüp bakarsak okumaya uğraşmak istemezdim. O yüzden o eforu şimdi harcıyorum ama içim şişti.

----

Şu anda will i see you again çalışıyor. Tuşlara hala nasıl basabildiğimi bilmiyorum ama yazıyorum işte. Fakat sorunun yanıtı evet. I will see you again.

Acaba ingilizceyi mi yoksa türkçeyi mi daha iyi yazabiliyorum diyeceğim ama ikisini de şu anda aynı zorlukta yazıyorum.

Zor.

Ama sigaram bitene kadar yazmaya inat edip etmeyeceğimi sorguluyorum kendi kendime. Sanırım yatağa girsem iyi olacak. Ancak hayat işte.

Birçok soruya böyle yanıt verebilmenin hafifliği çok başka ve birçok şeye değişmem.

Bu aralar müzik dinlemeyi çok seviyorum.

------

Şu an frank ocean çalıyor ama hangi parçası bilmiyorum. Ancak yatsam iyi olacak. Çok sallanıyorum. İyi geceler.

Avatar

Şimdi az önce ettiğim sözleri toparlayarak yeniden yazacağım ki dönüp en azından bakabileyim.

Hayattan ne istediğimi üç aşağı beş yukarı biliyorum. Huzurlu, sakin, mutlu bir şekilde küçücük bir hayat yaşamak istiyorum. Geçim derdim kendimi döndürdükçe ekstra kaygı yaratmadığı, ormanlara denizlere derelere yürüyüş yapabildiğim, manzaraya karşı doyurucu sigaralar içtiğim bir hayat yaşamak istiyorum.

Çünkü yazı yazmak veya gerçekten düşüncelerimi salarak yazmaya devam etmek benim düşünce biçimim. Böyle oturuyor belki taşlar yerine.

Gülümseyerek yürüyebileceğim bir hayatım olsun istiyorum. Dolu, doygun hissedeyim hayatıma karşı. Birçok risk alacağım belki ama bu beni geriye götüremeyecek. Hatta belki de bilmediğim hesaplayamadığım birçok sonuç doğacak. Ancak hepsi kabul.

İstediğim, hayal ettiğim, ulaşmak istediğim hiçbir şey olmasa bile bunları elde etmek için çabaladığımı bileceğim. Hayatımda little to nothing destek ile hayatımı baştan kurdum. Kendi eşyalarımı aldım, evime çıktım, altından kalkamayacağım borçlara imza attım, altından kalktım. İstanbul'da geldiğimde her şeye yabancıydım burasını evim yaptım. Kendime özel sokaklar yarattım, huzurlu köşeler yakaladım.

Bunu başka bir yerde de yapabileceğimden eminim. Çünkü burası artık evim değil. İstanbul benim büyümemi engelliyor. Ben burada huzurlu değilim. Buranın stresi, gürültüsü, asık suratı, kabalığı beni öldürüyor. İç dünyamı öldürüyor.

Önümüzde yaşayabileceğimiz 10 yıl da olsa 50 yıl da olsa ben huzurum, mutluluğum ve küçücük hayatım için yaşamak istiyorum. Kuşları dinlemek, çimenlere topraklara uzanmak, gökyüzünü seyretmek ve doğayı seyretmek istiyorum.

Korku, endişe, keder olmayacak yüzümde ölürken. Bu her ne zaman olacaksa, gülümseyerek ölmek istiyorum. Çünkü üç gün hayat bu. Ben yaşamak istediğim hayatı kendime yaratmaya çabaladığımı, (şu anda bilemem ama) belki yarattığımı belki yaratmak için tüm kalbimle çabaladığımı bilerek öleceğim. Ama bunu bilerek ve gülümseyerek öleceğim. Gülümseyerek yürüdüğüm gibi.

Avatar

Burada yazmanın farklı bir huzuru var. Aslında yine okuyabilecekler belirli kişiler. Erişimi olan, bilen veya hatırlayan. Ancak burası o kadar ölü ki, gelen giden olur mu bilmiyorum. Fakat arada geliniyor.

Twitter da böyle aslında. Orda da bi grup insan var ve sadece onlar erişebiliyor. Ancak buranın ıssızlığı belki de cezbediyor beni daha uzun yazmaya. Twitter biraz da bilinç akışımın queef'leri gibi.

Keza bence dünya yanıyor olmasaydı biraz daha queef aktivizmine ihtiyaç vardı. Aklımın pırtları diyecektim ama yeterince derinlik katmıyor. Queef daha bir oturaklı bağlam kazandırıyor Twitter'daki 2 yaş sendromu halime.

Yürüyüşlerden memnunum. Kuşlardan memnunum. Günden memnunum.

Umut, heyecan, karamsarlık, bunaltı bir arada içimde. Sanki bu dünyada insanlar için çok az zaman kalmış gibi hissediyorum ve şu sayılı günlerimizi huzur içinde, mutlulukla geçirmek istiyorum.

Türkiye'de su bitecek, her yer yanacak veya yıkılacak, mülkiyet hakkı da kalmadı zaten artık devlet evine el koyabilecek lmao

Gün doğumunu ve batımını huzurla izleyebileceğim, kovulmayacağımı hissedeceğim yeşillik sakin bir yer yeterli şimdilik. Ardından evimde hissetmek isterim kendimi.

Her şey bu kadar hızlı olurken ben şu anda yaşayacağım. Başımdan geçenlere sonra bakıp bir anlam konduracağım.

Güzel yerlerde buluşmak üzere.

Avatar

Birkaç gündür bir şeyler yazmak istiyorum. Aklıma da geliyor bir şeyler ancak bir türlü başına oturtamadım kendimi. Yine de düşünsel egzersizlerini yaptığım için kendime iltimas gösterebilirim.

Ama önce bir kafamı toparlamalıyım bir beş dakika lütfen.

Action Bronson'ın Tiny Desk'ine tutulmuş durumdayım. Adamın edible'ları tam setin ortasında çarpıyor ve böyle bir yamulma olamaz. Piston aşağı inmiş.

Bir yandan da bir türlü odaklanamadım. Ancak yine de yazmaya devam. Kafamın içinde kocaman bir Türkiye siyasi tarihi unutulmaz replikleri soundboard'u var. Her tuştan bir şey çıkıyor. Sen Abdülhamit'i savundun. Durmak yok yola devam. Burdayım. Öndeyiz. Seni başkan yaptırmayacağız. Seni başkan yaptırmayacağız. Seni başkan yaptırmayacağız.

Başlangıçta kafamdaki bu replikleri silersem mutlu olacağım gibi bir şey diyordum içimden. Şimdi tam cümleyi unuttum ama.

Sonradan bunu yanlışladım kafamda. Çünkü, in fact, mutluyum. Yapılacak şeyler var. Gidilecek yerler var. Yaşanacak anılar var. Bu nedenle mutluyum aslında. Tüm bunların heycanı içimi doldurup taşırıyor.

Fakat ne kadar ironik ki önceki veya ondan önceki postta ne kadar korktuğumdan bahsetmiştim. O korkularım kadar valid bu heyecanlarım da. Hangisinin daha gerçek olduğuna yanıt vermek ise biraz düşündürür ama heyecanlarım daha yüksek. Çünkü daha gerçek. Gerçi bazı korkularım da gerçek ama onlar yaşanmadan bilinemiyor.

Bir doksan derece dönersem de aslında bu heyecanlarımın sadeliğini görüyorum. Orada, çok ulaşılabilir olmaları bir yandan da beni yukarıda tutuyor. En azından bu bugün böyle. Bir süredir böyle.

Bu aralar zaman öyle yavaş geçiyor ki bir günde 5 gün yaşamış gibi hissediyorum. 3 hafta öncesi 3 ay, geçen çarşamba bir hafta öncesi gibi.

Bu kadar yavaş akması beni biraz yoruyor ama sabrettiriyor da. Günler geçecek ve o günler gelecek.

---

Buradan da bir yüz seksen derece dönüyoyurm. Eski doksandayız şimdi. Buralar böyle avuçlarım kaşınıyor yeniden. Böyle terli terli. Kanım kaynıyor diyeceğim ama kaynamıyor, bir halay çekmek istiyor. Alyuvarlar kendi halayında, akyuvarlar da horon tepiyor. Kurtlarımı dökmek istiyorum ya, şöyle bi tepinsem rahatlıcam.

Metal yorgunluğu varmış bende, şöyle güzel bir parkta tüm gün ağaçları seyretmem lazımmış.

---

Bunları yazmam baya zaman aldı ya sık sık dikkatim dağıldı. Bu kopukluk da böyle olsun.

Avatar

İnanır mısın korkuyorum. Böyle korkunun farkı biçimlerini düşünüyorum. Çok gore hisler de olabiliyor, anlık ürpertiler de. Bu nedenle korkunun altını açmayınca korkulan şey de nafile gibi kalabilir.

Ya da özellikle bilişsel davranışsal ve şema terapide sorulan o klişe soruya verilebilecek bir korku da değil bu. "En kötü ne olabilir?"

En kötü ne olabilir?

Yaşamayı hayal ettiğim güzel günleri yaşayamayabilirim.

Yaşayabileceğimi hayal bile edemediğim güzel anıları yaşayamayabilirim.

Kuşların ötüşünü duyamayabilirim.

Bulutları göremeyebilirim.

Sakin, küçük bir hayat yaşamayabilirim.

Hayatta başıma gelebilecek heyecanlardan, huzurdan, güvenden, sukunetten mahrum kalabilirim.

Bunların olabileceği düşüncesi büyük bir kaygıya sürüklüyor beni. İçten içe basıyor bana. İyiliğin azınlıkta kalabilmesi ürkütüyor.

Yaşamak ve yapmak istediğim bir çok şey var.

Ve biliyorum ki öldüğüm zaman izleyemediğim bir sürü dizi, anime ve film olacak. Okumak istediğim mangalar, çizgi romanlar, romanlar olacak. Dinleyemeyeceğim albümler, gidemeyeceğim konserler olacak. O watchlistler, readlistler öylece kalacak. Bunlar muhakkak yaşanacak. Bununla barışımı yaptım çünkü kontrolüm yok. Ama ya bunlar benim birey olarak ölümümden ziyade daha büyük bir bağlamda yaşanırsa?

Mesela bir daha bu ülkeden çıkamazsam?

Benden geriye sadece unutulmamak için söyleyeceğim birkaç cümle kalırsa?

-Tetikleyici uyarısı- Bu mesajlar bana çok koydu.

Avatar

3-5 sene içerisinde büyük bir acı çekeceğimi biliyorum. Böyle yenilir yutulur bir acı da değil, bugün itibarıyla 9 senemi paylaştığım canımı bırakmam gerekecek bir gün. Bunu henüz sindiremiyorum. Ama buna kendimi hazırlamam gerekiyormuş gibi hissediyorum, hiçbir zaman tam olarak hazır olamasam bile.

Daha önce de canlarımı çok kaybettim. Ama derimin kalınlaştığını söyleyemem bu konuda. Hepsi gönlümdeki ayrı yaralar. Bunlar birikiyor mu yoksa ben bunların içinde mi büyüyorum bilmiyorum. Ancak kayıplar insanı olgunlaştırıyorsa, ben kaybetmedne ham kalmayı yeğlerdim.

Bu geçmişe yönelik bir özlem mi? Sanmıyorum. Aksine bu, geçirdiğim günlerden yoksun kalacak olmanın acısı bana kalırsa.

Olive Kitteridge diye bir HBO mini serisi var. Orada kadın şuna benzer bir şey diyor;

Köpeğimin ölmesini bekliyorum böylece ben de rahatça ölebilirim.

Bir zamanlar böyle hissediyordum. Çünkü hayatımın da bildiğim anlamıyla biteceğini de biliyorum. Ve belki de içten bir karar ile bu kayıplarımın yerini doldurmamaya karar verdim. Çünkü büyük boşluklar bunlar ve yerine bir şey koymaktansa gönlümde yeni sevgi köşeleri yaratabildim bugüne kadar.

Ama bir gün bu kayıp yaşanacak biliyorum. Ve bu kayıbın yerini doldurabileceğimi asla sanmıyorum. Hele ki gerçekçi bakarsak şu anda herhangi bir köpeğin ergenliğini yeniden kaldırabileceğimi sanmıyorum.

Ama zaten hayatta bunlara hazır olmuyorsun. Sadece o anda orada oluyorsun ve yapıyorsun.

Bunu da anlıyorum. Ancak bu kayıba bile hazır değilken bunları bunları düşünmek garip geliyor. Ama bir gün yaşayacağım biliyorum. 5 sene önce de bunu biliyordum. Bugün ise daha gerçek olarak biliyorum.

Hayat beni nereye götürüyor bilmiyorum. Ancak dümende olduğumu biliyorum. Bir savaş çıkıp hayallerimin elimden alınmasından korkuyorum. Kontrolüm dışında hayallerimi kaybetmekten korkuyorum.

Çünkü o hayaller beni mutlu ediyor. Bir şeyleri denememe olanak tanıyor.

Yapmak istediğim bir şeyin olmadığı bir dünyada hayat da anlamını yitiriyor. Hayallerim ve amaçlarım beni Olive Kitteridge ile buluşmaktan alıkoyuyor. Hangisinin daha anlamlı olduğunu hayat gösterecek.

Ben ise buna ayak uydurmayı öğrenmek zorundayım.

Avatar

Buraya bir şey yazmayalı yine yaklaşık 2 sene olmuş. Önceki postumu da murat beğenmiş. murat’ın da hala burada ne işi var ne yapıyor acaba diye merak etmedim değil.

Bir süredir yeniden günlük gibi de olsa yazı yazmayı düşünüyorum. Henüz faaliyete geçemedim ama en azından bu bir adım olsun. Günler günleri getiriyor, onlarca şey değişiyor. dikiş tutturmaya çalışıyorum gibi. Bir de üstüne bitmek bilmeyen ve devamını getirmekte zorlandığım tezim var. Sürekli olmaktadır, bulunmaktadır, zartmaktadır, zortmaktadır diye yazıyorum. Üslup leş gibi. En azından kalemimi hatırlarım. 

Yaratabileceğim bir fırsat var önümde. Eğer öyle olursa basite geri döneceğim ve çok fazla yazı yazacağım. Yazı yazmak en büyük tutkumken bundan geçimimi sağlayacak kadar kazanamamak ne acı. Sürekli başka bir şeylere pivot etmem gerekiti. Sürekli başka formlarda buna dokunmak zorunda kaldım.

Bu arada pazarlama teriminden de sunduklarından da dinamiklerinden de hoşlanmıyorum. Bana göre değil. Ancak bu pivot sonrasında varolabildiğim en iyi yer burası yine. Bir çeşit fedakarlıklar oyunu. Alıyorum veriyorum bir yere gitmek için. 

Aslında senaryo yazmayı ve dünya kurmayı da pratik etsem çok iyi olacak. Belki onlar da besler beni ancak öncelik olarak hala öne çıkamıyorlar. Hayatımdaki düğümler çözülse de önüme bakabilsem birazcık.

Ya da belki de tüm dünya kartopu ile beraber savaşa yuvarlanacak. O zaman hiçbir şeyin bir anlamı olmayacak belki de. 

Her iki anlamıyla, what a time to be alive.

Avatar

Yaşadığımız değişimi düşünüyorum. Bir ömür üzerinde ne kadar fazla şey değişti. Öyle bir değişim ki 2 ay boyunca evden çıkmamak daha önce yaptığımız herhangi bir şeyi yapmamak normal oldu. Öyle bir değişim ki bin yıl önce daha Türkler Anadolu’ya şanlı ve ihtişamlı girişini yapmamıştı. Bin yıl diyorsun nedir ki insanlık tarihine bakınca. Bin yıl diyorsun nedir ki binlerce ışık yılı uzaktan parlayan yıldızları görünce. Öte yandan diyorsun ki bin yıla ne kadar ömrü sığdı. Bin yıl önce üç nesil boyunca aynı kıyafetlere sahiptik belki de. Bin yıl önce sahip olunan eşyalar belki nesilden nesile aktarılıyordu. Yadigar deniyordu. Şu anda bir ömre kaç telefon sığıyor, kaç kulaklık sığıyor. 

safsataları bir kenara koyunca değişimin sürekli olduğunu ve bunun hızının günümüzde giderek arttığını aşarak başka bir şeyi konuşabiliriz. Mesela bin yıl önce bir insan hayatını nasıl dolduruyordu? Güleceği meme’ler, yaşayacağı varoluşsal dramalar yokken hayatını neyle dolduruyordu. Yoksa boş muydu? Ömrünün bir kısmını günlük dilimler halinde boşluğa mı bırakıyordu? Ömrünü ve yaşadıklarını tamamen kendisiyle doldurmayarak başkalarına da yer mi açıyordu? Sadece kendine adanmamış boşluğa bırakılmış başkalarına bırakılmış hayat kesitleri. Hiç de fena fikir değil. 

Ayrıca işin değer ve anlam tarafı da var. Hayatını günümüz insanı kadar yüceltmeyen veya bireyselleştirmeyen bir insan günün sonunda bir anlam arayışıyla ölmek yerine ilahi bir inanca tutunması daha muhtemel. 

tüm bu şehirleşme, uzmanlaşma, küreselleşme tamam iyi hoş, bir sürü gelişmenin ve keşifin önünü açtı eyvallah da. bin sene önceki sıradan insanın hayatı daha dolu geliyor. Tamam en basit hastalıktan ölüyorlardı, tamam fakirlik vardı, çile vardı ama şimdi de çile var. Sadece farklı bir formda. Ve o zamanın insanının hayatını o kadar sıradan ve konuşmaya değmez görüyoruz ki sadece satır aralarında özetliyoruz. Halbuki tüm bu devran içinde o sıradan insanın sıradan hayatı günümüz insanının yüceltilmiş, markalaşmış, kavramsallaştırılmış hayatından çok daha anlamlı ve dolu.

Avatar

Sevgiler,

Bu blogu çok yıldır okuyan var mıdır bilmem, ancak burası için çok önemli bir şey yaşanacak. Hesaplarım beni yanıltmıyorsa 92 saat sonra Radiohead dinleyeceğim. Bu kez canlı. Yıllarca hoparlörlerden, kulaklıklardan dinlediğim canlı kayıtları bu kez bir aracı olmadan duyacağım. Bunun ne kadar büyük bir şey olduğunun kanıtı ise burada yazdığım onlarca satır ve her yerde yazdığım binlerce satır.

Radiohead’in ‘94 Reading ‘17 Coachella konserine kadar sayısız canlı kaydını dinledim. Albüm kayıtlarını bu hesaplama içinde bahse bile almıyorum. Şu anda ise birkaç saat önce gerçekleşmiş Glastonbury performanslarını dinliyorum, izliyorum. Bunları yazmaktaki, açıklamaktaki amacım sana Radiohead’i anlatmak değil. Seninle konuşmuyorum dahi. Sen, bu kelimeleri kafasının içinde tekrar anlamlandıran; sen, ses tellelerini titreştirerek çevresinin duyacağı şekilde dile getiren. Sen değilsin muhattabım. Ancak tanık olmakta özgürsün bu ana. Şu an muhattabım mavi üzerine beyaz çerçeve içindeki bu kutu sadece.

Gerçekleşmek üzere olan bu anın ne kadar büyük bir an olduğunu uzun ve büyük ihtimalle düşük bir cümleler serisiyle anlatacağım. Zamanın başından bugüne kadar geçen süreyi göz önüne alın. Diğer gezegenlerin kendi çeperlerindeki dönüşünün göreceliliğini hesaba katın. Şimdi o ilk günlerden bugüne kadar sadece gezegenimiz üzerinde yaşamış canlıları düşünün. Tüm o bitkiler, hayvanlar... Hep bir memelinin, sürüngenin, kuşun, balığın hayatını düşünün. Güne başlamak amaçlarını, yatmadan önce aklından geçenleri düşünün. Peşine insanları koyun. Neandertalleri ve diğerlerini düşünün. Ateşi bulmadan, buğdayı öğütüp ekmek yapmadan, Dünya’nın yedi haritasını yapmadan, Rönesansı, Büyük Veba’yı, Sanayi Devrimi’ni, Coğrafi Keşifleri yaşamadan, Dünya Savaşlarını ve akıllı telefonları görmemiş insanların geçirdiği milyonlarca yılı düşünün.

Ne kadar uzun zaman, ne kadar çok yaşam, ne kadar çok hayal değil mi?

Peşine bir de bizi koyun. Görece İsa’dan Sonra 1000′li yıllardan bugüne kadar yaşayan insanların keşfetme, yayma ve hükmetme hayalleriyle birlikte kolektif bilincimize işlediğimiz hayalleri koyun.

Ne kadar fazla değil mi?

Bu da benimkisi. 8 yıl önce söylemiştim kendime Radiohead’i canlı izleyeceğim diye. O ana 92 saat var. İnanabiliyor musun?

Her şeyi başarabilirsin, her şeyi elde edebilirsin palavrası değil bu. Zaten her şeyi başaramayız. Öyle olsaydı insanlık olarak nasıl hikayeler yazacağımızı tahayyül etmek istemem.

Fakat anlayabiliyorsun değil mi? Ne kadar büyük olduğunu?

You are using an unsupported browser and things might not work as intended. Please make sure you're using the latest version of Chrome, Firefox, Safari, or Edge.