Avatar

iplerin sizin elinizde olması çok zor. çünkü o ipleri yalnızca boynunuza dolamak istiyorsunuz ve bu öldürmüyor.

Avatar
reblogged

Bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. Mevlanakapı'da… Babası zabıtaydı. Alkolik, hasta bi’ adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. Bu anasıyla yoksul, perişan… Bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi’ şeyler. Bi’ de Zagor vardı. Bizim eski evin kiracısının oğlu. Babası filmciydi Yeşilçam’da. Cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. Ama sevimli, yakışıklı oğlandı. Bizimkine âşık etmiş kendini. Ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. Öylece büyüdük gittik işte. Ne bok varsa, hep askerliği beklerdim. Dört sene kaldı, üç sene kaldı… Sonunda o da geldi, gittik. Bizde de herkes bunu bekliyormuş, gelir gelmez yapıştılar yakama. Ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan… Nikâhlandık. İki       taksi, bi’ dükkân verdi peder. Dükkânda koltuk moltuk satardım. Bi’ gün bu orospu çıkageldi. Hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. Böyle  basma bi’ etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi’ bluz, saçlar  maçlar… Pırlanta anlayacağın. Şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. Kanıma girdi o gün. Tabii taktım ben bunu kafaya. Ertesi gün bi’ soruşturma… Dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. Ama asıl Zagor’a kesikmiş. Zagor’da kaftiden içerde o sıra. Bi’ gün süslenmiş püslenmiş, zırt, geçti dükkânın önünden. Yazıldım peşine. Tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs, otobüs, geldik Sağmalcılar'a, benim içimde bi’ sıkıntı… İşi anladım tabii; Zagor’u ziyarete gidiyor. Bi’ tuhaf oldum, piçi de kıskandım. Uzatmayalım, çaresiz evlendik ötekiyle. O ara Zagor içerden çıktı.  Sonra bi’ duyduk, kaçmış bunlar. Altı ay mı, bi’ sene mi, kayıp. Hep rüyalarıma girerdi orospu. O gün dükkâna gelişini hiç unutamadım. Benimkine bile dokunamaz oldum. Sonra bi’ daha duyduk ki, iki kişiyi deşmiş Zagor; biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. Karakolda beş gün beş gece işkence buna… Arkadaşlarının öcünü alıyorlar. Kaltağa da öyle… Önce öldü dediler Zagor'a, sonra komalık. Ankara'da oluyor bunlar. Bizimki bi’ gün çıkageldi mahalleye. Zagor içerde, en iyisinden müebbet. Bi’ sabah dükkâna geldim, baktım bu oturuyor. Önce tanıyamadım. Anlayınca içim cız etti. Cız etti de ne? Tornavida yemiş gibi oldu. Çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi’ surat… Ama bu sefer başka güzel orospu… Orhan’ın şarkıları gibi… Kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. Dedi ‘Para lazım, çok para.’ Zagor'a avukat tutacakmış. İlerde öderim, dedi. Esnafız ya biz de, “Nasıl?” diye sormuş bulunduk. Orospuluk yaparım, dedi. ‘İstersen metresin olurum.’ İçime bi’ şey oturdu, ağlamaya başladım, ama ne ağlamak! İşte o gün bi’ inandım, orospuyla tam yirmi yıl geçti. Uzatmayalım, Zagor'a müebbet verdiler. Ama rahat durmaz ki piç! Ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyor. Orospu da peşinden… Sonunda dayanamadım, ben de onun peşinden… Önce dükkân gitti, ardından taksiler. Karı terk etti, peder kapıları kapadı. Yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. İş bilmem, zanaat yok. Bu tınmıyor hiç. İlk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. Gözünü yumup yatıyor milletin altına. Gel dönelim diye çok yalvardım. ‘Evlenelim,  pederi kandırırım, Zagor'a bakarız.’ Yok. Kancık köpek gibi izini sürüyor itin. Ne yaptı buna anlamadım. Kaç defa dönüp gittim İstanbul'a. Yeminler ettim. Doktorlar, hocalar kâr etmedi. Her seferinde yine peşinde buldum kendimi. Bi’ keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile… Beni abisiyim diye yutturduk herife. Nedense rahatladım, oh dedim, kurtuluyorum. Bu da akıllanmış görünüyor. Yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyor başka bi’ şey demiyor. Sinop'ta oluyor bunlar. Ben de döndüm İstanbul'a. Doğumuna yakın Zagor bi’ isyana karışıyor gene. Hemen paketleyip Diyarbakır cezaevine postalıyorlar. Çok geçmeden bizimki depreşiyor gene. O halinle kalk git sen Diyarbakır'a, üç gün ortadan kaybol… Herif kafayı yiyor tabii. Dönünce bi’ dayak buna, eşşek sudan gelinceye kadar. Kızın sakatlığı bu yüzden. Sonra çocuğu doğuruyor. Durum hemen anlaşılmamış. Ortaya çıkınca bi’ gece esrarı çekip takıyor herife bıçağı. Çocuğu da alıp vın Diyarbakır'a, Zagor'un  peşine. Allah’tan herif delikanlı çıkıyor da şikâyet etmiyor. Ben o ara İstanbul'da taksiden yolumu buluyorum. Epey bi’ zaman böyle geçti. Yine her gece rüyalarımda bu… Zagor'un Diyarbakır ceza evinde olduğunu duymuştum o sıralar. Bi’ gece bi’ büyükle eve geldim. Hepsini içtim. Zurnayım tabii. Bi’ ara gözümü açıp baktım karlı dağlar geçiyor. Bi’ daha açtım, başımda bi’ çocuk. Kalk abi, Diyarbakır'a geldik, diyor. Baktım, sahiden Diyarbakır'dayım. Bi’ soruşturma… Kale mahallesi vardır oranın, bi’ gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? Görünce hiç şaşırmadı. Hiç bi’ şey demedik. O gece oturup düşündüm. ‘Oğlum Bekir!’ dedim kendi kendime. ‘Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi.’ O gün bugün usul usul yürüyorum işte.

Avatar

Her şeyi biz başlattık. Her şeyi biz mahvettik. Birbirimizi biz dağıttık, dağıldık, birbirimizi toplayamadık. Ne o beni anladı, ne ben onu. Ne ben anlattım, ne de o. Hiçbir zaman onu yazamadım, o da beni yazmadı. Zaten o hiçbir şey yazmadı ya da yazdıysa da okutmadı işte. Çok kayboldu çünkü yolu aramadı. Söylenecek pek bir şey kalmadı aslında, sonuçta umrumuz toz tuttu artık. Anlam diye bir şey kalmadı, değer denen şey de zaten hiç var olmadı. Buna hangi saçma his ismi takarsınız takın ama benim içimde sadece yazma isteği uyandı.

Avatar

21.

yılın her günü geçtiğin sokağın adını hatırlamamak, ya da tenezzül edip öğrenmemek yapmadığımız şey değil fark etmemek iki ayda bir değişen vitrini, saçının peruk olduğunu anlamamak adamın bunlar olağan şeyler karşı evin televizyona bağladığı porno filmi cama yansıdığı kadar izlemek veya asansörde adını bilmediğimiz insanlarla karşılaşınca oluşan o gerginlik bayıcı selamlaşmalar soğuk vedalaşmalar bütün bunlar neden farklı olsun? bu benzer oyunlarda multiplayer seçeneği hiç bulunmamıştı, değil mi? ve bilmediğimiz yoldan asla gitmemiştik en kısa yol bildiğimiz yoldu falan filan o yüzden birçoğumuz yaşadık seksen küsür uyandığımız her güne lanet ederek düşünerek yalnızca yapamadıklarımızı keşkelerimizi ve ölenleri kaybettik ama kaybolamadık çünkü alışılmışın dışına çıkabilmek için yeni bir kutsal kitabın inmesini bekledik

peh, alışılmış neydi, onu da hiç bilemedik

Avatar

Üç kuruşluk ömrümden bir gece daha eksilirken, üç kuruşluk ömrümde değişen hiçbir şey yoktu. Yerinde olduğuna inanamadığım ama sürekli aynı düşünceleri zikreden aklımı şu an için inkâr etmek güçtü. Aynı zamanda ağlamak ve bağırmak da güçtü. Çift basamaklı yaşlara adımımı atar atmaz tanrıyı, zamanı ve sonsuzluğu sorgulamak birkaç tel beyaz saç armağan etti.

Aklımdaki fırtınalara alıştığımı hissetsem dahi onları anlatmaya başlamalıydım. İçimdeki çıkmazların ucunu yakmam gerekiyordu. Çok düşünürsem delireceğimi söylediler ama o kadar şanslı değildim. Yani tabii, hiçbir deli ben deliyim diyecek kadar deli değildi ama orası ayrı.

Kafamdaki alt başlıkları aynı anda düşünmek kolay değildi, ben de birinden aldığım cevapları diğerleriyle kullanayım dedim. Tanrı'yla başladım. Tanrı'nın varlığını, Tanrı'yla sorguladım. Nasıl, neden, orasını hiç bilemem ama o bir yerlerdeydi, doğduğumdan beri benimleydi. Ne korurdu, ne önümü keserdi. Ben -onun kendi yazdığı- bir kitaptım ve ben daha doğmadan önce o, kapak dizaynını bile bitirmişti, kütüphanesinde yer edinmiştim. Onun yaptığıysa yalnızca kütüphanesine bakmaktı. Canı isteyince yapacağı irili - ufaklı depremler sonucu, kitaplarının teker teker düşüşü için hazırlık yapıyordu.

Onu pek sorgulayamadım. Sorgulamaya çalışsam da en sonunda ona yalvarıyor ya da ona küfür ediyordum. Bana verdiği tüm bu aptal düşünceler yüzünden ve hayatımın önemli bir bölümünü başka kitaplardaki eksik sayfaları arayarak geçirdiğimden ona çok kırgındım. Ama kin tutamadığım büyük harflerle yazılmıştı. Ne zaman çıkmaza düşsem, ne zaman küssem ve kitabındaki amatör olay örgüsüne, cümle düşüklüklerine kızsam da yalnızca ona sığındım.

Başka bir canlıya muhtaç kalma düşüncesi bana çok uzaktı çünkü benliğimin dahi uygun bulmadığı birtakım cümleler kullanarak kendimi tanıtmayı, bir nevi, özetimi çıkarmayı sevmiyordum. Ben başka kitaplara el uzatmaya çalışırken, uzandığım kitap kapaklarının toz içinde kaldığını görünce midem tetikledi. Bu yüzden de kendimi açıklamayı gerek görmedim. Tanrı tanırdı, beni benden iyi tanırdı. Sonuçta hangi kitabın özeti, aslından iyi kalırdı?

Bir zaman sonra da savaşı bitirdim, cevap aramayı kestim, zaten hiç soru sormadığımı fark ettim. Diğer alt başlıklar da gitgide canımı sıkmaya başladı çünkü döndürdüğüm çarkta, sebepler hep aynı sonuca varıyordu.

Bir bilinmezliğin ortasında, birbirimizi sınamak için var olmuştuk. Kaçıncı ciltte olduğumuzdan, kaç sayfa olduğumuzdan ya da kapak dizaynımızdan haberimiz yoktu. Ve bu sayfalarda alelade yuvarlananlar, her satırın altını çizenlerden elbette ki daha mutlu yaşıyordu.

Avatar

aristo sen değilsin!

akşam, üzerinde hiçbir şey yokken geziyor ve tüm ahlâk nidâları devriliyor bir anda put gibi

etrafı onu koruyan (!) dikenli tellerle kaplı minik bir çocuğun iri göz bebeklerine mantolanan binadan spider-man'ler yansıyor

ve bir torbacı öleceği güne kadar sabahları ölümsüz uyanıyor

saçlar kesiliyor, tırnaklar uzuyor

hiçbir iş gününü aksatmayan, çağın elemanı güneşi tebrik etmekten başka bir şey gelmiyor elimizden

saatin pili bitince zamanın durmaması gibi, uyuyunca ölmemesi insanın

amacımız sanat yapmak

ya güneş batıdan doğsa fark etmeyeceğimiz gibi

ya da günde ortalama iki - üç kez klozete uğradığımızda yaptığımız gibi

iyiliğin tanımı sonsuzdur der şair

kötülükse zıttıdır sonsuzluğun

sonsuzluğun zıttı yoksa

kötülük yok mudur aslında?

NE BÜYÜK SAÇMALIK!

bu durum diferansiyel denklemler kadar karışık

açıklamak bize düşmez

amacımız sanat yapmak

Avatar

k-ağıt

avuç içlerinden geçen başlamaya hiç niyet etmediğin zaten geç kalacaktım diyerek yürümeyi öğrenemediğin tüm yollar belki de huzura sıfırdı

kapısız köyün ortasındaki kapı gıcırtısıyla

kafandaki arı uğultusu sağ ola

ölsen yeraltını yadırgamazsın

sen aç köpeğinkini andıran diş gıcırtısına alışıksın

kapıldın alacakaranlığın alacasına

görünmez duyguların görünür hatırlatıcıları sardı göğü

adını bilmediğin duygular uyandı

henüz güneş doğmamıştı ve anneni sayıklayarak uyanmak için çok yaşlıydın

karanlıkta ışığı bulamayacağını anlayınca, gündüzleri uyumak için kullandın

Avatar

saf kötülük; bir insanın ölmesini istemektir fakat bir insanı öldürmemek saf iyilik değildir.

Avatar

hayatınızdan beş dakika çalmak istiyorum

güven, insanlığa aşılanmış en adi duygudur diyeceğim ama insanlar başlı başına adi olduğundan, bu düşünceyi muhtaç olduğumuz o saf duyguyla kısıtlamayı uygun bulmuyorum.

herkes bi’ hobi edinir kendine. enstrüman çalar, dans eder, yazar, çizer, işte her neyse. ben de insanları incelemeyi hobi edindim kendime. tiplerden ziyade -yaşıma oranlarsak- çok fazla karakter tanıdım. sandım ki insanların en küçük hareketine dahi dikkat edip incelersem, bir şeyler kazanırım, sandım ki yalnızca kendime bağlı kalmayıp insanları gözlemlersem, onların yaptığı hataları yapmam, tavırların ve kelimelerin en derin anlamını bilirsem acı nedir bilmem. ben çok yanlış yaptım. başlarda dikkat ve heyecanla incelediğim her bireyin içinde aynı ateşle karşılaştım. aynaya baktığımda gördüğüm görüntü çok da farklı değildi. kulaklarımda hep aynı ses yankılandı: “ben, ben, ben…”

insanları tanıdıkça, güven denen ne idüğü belirsiz arkadaşla yollarımız hiç kesişmedi. bunu fark edince insanlığın acizliğine tahammül ettiğim süreç başladı ki bu -tüm yakınmalarıma rağmen- sanıldığı kadar zor olmadı, çünkü türümün standart bireylerinden biriydim ve henüz yolun sonuna gelmemiştim. ne kadar burnum yansa da hobimi de yanımdan hiç eksik etmemiştim. hiç kimseye zararı olmayan, sevilen, depresif kalamayan biri oldum çıktım, kalbimi de pek kıramadılar, çünkü güven nedir bilmiyor-d-um. kendime de pek güvenmediğimden -lütfen bunu özgüvenden ayrı tutalım- insanların bana güvenmesinden biraz çekindim ama kimseye tutup da “ben sana güvenmiyorum” veya “bana güvenme ben insanım, şimdi sana şunu derim ama sen insan olduğundan yarın gelir şunu yaparsın ben de senden soğurum” diyemiyorsunuz. o yüzden gereksiz samimiyetten kaçındım. hayatımın hiçbir döneminde bir elin parmaklarını geçecek kadar arkadaşım olmadı zaten ihtiyaç da duymadım.

şimdi soracaksınız “az arkadaşın var tamam ama sonuçta arkadaşın var, onlara da mı güvenmiyorsun?” ki bence gayet mantıklı bi’ soru. ben aşık olduğum hiçbir çocuğa veya hiçbir arkadaşıma tamamiyle güvenmedim. tamamiyle diyorum, çünkü onlar da insandı. dediğim gibi, insanlarda bencillik ateşini gördüm. sevgi, saygı farklıydı benim için, güven çok farklı. önceki arkadaşlarım da iyilerdi, şimdikiler de öyle. fakat hiçbiri için geleceği gösterip “yok öyle yapmaz o, o öyle demez” tarzı bir şey diyemem çünkü insanlar öyle şartlar altında, öyle şeyler yapar ki, akıllara ziyan. ama bunu bile bile ben de insanlarla sırlarımı paylaştım, hayatıma depremlerin kapılarını açtım. çünkü diğer türlü hayat monotonlaşırdı, robotlaşırdım. bu da insanın diğer gizli özelliği işte; acıdan keyif alması.

sen bunları anladın da ne oldu derseniz, söyleyeyim: hiçbir şey. insanların hatalarını fark edince, o hatalardan kaçacağımı sanmıştım, dediğim gibi. ama kaçmadım, işime gelmedi. bunlar sadece en ufak kalp kırıklığında ağlamamamı sağlamış olabilir çünkü beklemediğim bir şeyle karşılaşmadım. kimseye güvenmediğimi, kimseye çaktırmadım veya kimseyi ona güvendiğimi inandırmaya çalışmadım. güvenmeye muhtaç hissettiğim zamanlar oldu, güven yarattım çünkü acı hissedilmeyi talep ederdi. sonra gittim iki satır bir şeyler karaladım, o bana yetti.

Avatar

dünya büküldü

anlayışsız ve bencilim. ne adam gibi durmayı bildim, ne de hiç uzatmadan gitmeyi. plan kuramayacak kadar kısa yaşadım ama altı kişinin ölümüne ağlayacak kadar uzun bir süredir buradaydım. ne çok içtim, ne de kendimi sevdim. fikirlerim veya yaptıklarımla yeni bir çağ başlatamayacaktım zaten bu beni yorardı. telaş, yarış, savaş, barış niye diye diye dolanınca insanlar yönelttiğim anlamsız sorulara cevap aramayı bıraktılar, problemimi aramaya başladılar, ki bu saçmalıktı. içlerini rahatlatmak için odamdan çıktım, yüzümü boyadım. ne kalem yakışmıştı gözlerime ne far. ruj fena durmamıştı ama onu da burnuma bulaştırdım. baktım olmayacak, bencil olmayı seçtim ama bu da sandığım kadar kolay değildi. ne soğuk kanlılıkla okul bahçesinin önünden geçen çöpçü çocuğu rahatlıkla seyredebildim, ne de sahilde ailesiyle ip atlayan yaşıtını, kolları yırtık tişörtüyle izleyen küçük kızı. hiçbir ideolojinin, dünyayı kirliliğinden arındıracağına inanmadım. ruhumun derinliklerinde isyan bayrakları çekiliyordu ve bundan yalnızca ben etkilendim. dertsiz başıma dert araya araya, kendimde kafa bırakmadım.

Avatar

Tek başımızayken korkacak yüzlerce şey bulabilirdik. Olmayan aşkımıza ağlayabilir, tanımadığımız insanların abuk subuk adlarını bulaştırabilirdik dudaklarımıza ve saatlerce gökyüzüne bakabilirdik, çünkü tek başımızaydık. Monotonlaşan merak hiçbir hissin öncüsü değildi veya artık canın yanmıyordu. Esen rüzgarla saçların yüzüne tokat gibi çarpmıştı ve bunun edebi hiçbir açıklaması yoktu.

Bu hataları görmemek değildi. Bu hataları sevmekti, hatalarla olmaktı. Bu onlara göre kabullenişti, bana göre direnişti. Yakınken dokunamamak gibiydi bu, uzakken var olduğunu kanıtlayamamak gibiydi. Başı ve sonu yoktu, zaten onu kimse aramamıştı. Gereksiz felsefelerle göz boyamak, kendi yalanına ağlamak gibi de gelebilirdi, zaaflarını yastığına aşılamış da denebilirdi.

Açıklanamayan binlerce davranış, atılmamış birkaç imza, ağızdan pişmanlıkla çıkan onlarca kelime belki de aynı sona yaklaşmıştı. Bazı şeylere anlam vermek için çok geçti veya ağzımızı doldura doldura neden diye sormak için. Zaten bunların hepsi geçmişti. Geçmiş, dönüp bakıldığında göremeyeceğimiz kadar uzakta olsaydı, keşke kelimesine hangimizin ihtiyacı kalırdı? Anlar ve anılar mıydı suretimizi yansıtan yoksa daha karşılaşmadığımız irili ufaklı, farklı aynalar mı? Bilemeyiz. Nasıl yarını, geleceği bilemeyeceğimiz gibi, geçmişimizin sırlarını da çözemeyiz.

Avatar

noksandokuz

o kadar canları yandı ki, gördüler gözlerini karanlığında aynaların tırnakları kırılıyordu, bilekleri kesiliyordu merdivenleri ikişer ikişer çıkıp üçer üçer ölüyorlardı durmuş olmalıydı zaman mevsimler açıklanamazdı başka türlü bağıl nem bu kadar artmışken gülümsemesi güneşin saf öfkeden başka bir şey katmıyordu yağışı gözbebeklerinde barındıranlara ve yetmiyordu hiçbir kuvvet çürümüş ceset enkazının altında elini kaldıracak güç bulamayanlara

Avatar

yanlışlarınızı kabul ederek, doğruya varamazsınız. sürekli başkalarını rahatsız edip ardından özür dileyerek de düzeltemezsiniz hiçbir şeyi. kimse kimsenin düşüncesizliğini, bencilliğini çekmek zorunda değildir. herkes kendisi için yaşar. yalnız doğar ve yalnız ölür. ne hayatınıza giren biri sizin için bir lütuftur ne de siz başkası için. kimse vazgeçilmez değildir, kimse kimseye katlanmak zorunda değildir. ego doyumsuzluktur, saygı görmek gururdur; insan ilişkilerine sırf bu yüzden önemli denebilir, fazlası değildir. "ben böyleyim" kalıpları dayanılmazdır, bunu söyleyip kabul görmeyi beklemek saçmalıktır. bir insanı ilahlaştırmak tek taraflı bir eylem değildir. bir insanı, insandan farklı görmek, en önemlisi bir insana başka bir insan hayatını mahvetme gücünü vermek insanların en büyük aptallığıdır.

Avatar

on çeyrek

yalnızlık denen bilimsel hiçbir açıklaması bulunmayan, ama ruhen bitiren bu kötü durum hâlinden çıkmak için tırmandığım her merdiven basamağını siyaha boyadım. aynılaştırdığım insan silüetlerinin arasında kendimi tanıyamadım. attığım hiçbir çığlığın uzayda yer kaplamayacağını bildiğimden, hiç kendimi yormadım. farklı sayfalara geçmeden soluklanmayı denedim, bu da ufak çaplı depremlere yol açtı. insanlar tanıdım, ama tanışmadım neredeyse hiçbiriyle. tanrının her kulunu bir sevdiğine de inanamadım hiçbir zaman. katillerle, sokağın başındaki bakkaldan altı kuruş çalan zavallı çocuğa aynı ceza kesilemezdi. kimse izah edemiyor yaptıklarını. kimseye katarakt denmiyor ama gözlerine perde indiğini kimse inkâr edemiyor. bense uzunca bir düzlüğün ortasında, gözle görülmeyen yalnızlığıma isyan ediyorum, ne acı. az önce biri öldü, şimdi biri daha, biri daha… atmosferin ötesinde benim aklımdan da karışık bir hat var ve bu, ben dahil kimsenin umrunda değil. insanlık denen illet, akıl ve mantığa sığmayan şeylere tesadüf demekten ibaret. dünyanın dönüş sesini duyuyorum, işte öylesine yalnızım ama dilim varmıyor yakınmaya. hiç bilmediğim bir günah oyuğunda ölümüm yakın. her adımımda ritim kazanıyorum, kayboluyorum allah'a kulluk eden uçsuz bucaksız, karanlık yollarda. insanları anlarım anlamam, tartışılır. insanlar karaktersizlik damlatırken cümlelerinden, tek yaptığım sığınmak, ağzını hiç açmayanlara.

Avatar

çiftekâğıtlı

çeşit çeşit herif toplanmıştı tek aynılıkları başlarının üstündeki mapus damıydı yanık gelirdi kimsenin derdini bilmediği garip oğlanın o akordu bozuk sazı girerlerdi üç beş demeden kurban ettikleri paltoların altına çekerlerdi esrarlarını kenevir yanığı kokusu etrafında ve dumanlı sessizliğin ortasında ama kabak nargilesi lülesinde yakılan sigarayı içmek şart değildi gömülüyorlardı zaten duman altı dedikleri keyif dalgasına sonuçta hepsi muzdaripti bulurlardı kendilerini ya mapushane işi demli çaylarda ya da sonu gelmeyen takvim yapraklarında

Avatar

absürt şiir

yazdıkların, yaşadıkların

kazandıkların, kaybettiklerin

somutlaştırdığın kimseler

kapandığın secdeler

iyi gelmeyeceğini bildiğin

yine de sonunu getirdiğin şarap şişesi

yabancı bir kadınla geçirdiğin pazar kahvaltıları

ardından kırdığın ayna

elinde tuttukların

ellerinden aldıkların

her şey ve herkes ölmeden önceki o iki saniyede kaybolacak

birazdan öleceğini bildiğin o iki saniyede

hiçbir şeyin kalmayacak

Avatar

melodram

sıralansa tüm kötülükler sonuçta suçsuzum demek için çok erken pembe giymek için de geç kalmış olabilirim esaret, apartman kapısıyla aramda bulunan alana deniyor kediler sizi katiyen terk etmiyor yahut duvarlar yatağımda kurumuş gözyaşları kapalı perdeler rutubet ve ben ağzımdaki acı tat ve ben loş ışık, tam açılmayan gözlerim kafiyeyi bozdum özür dilerim telefonum çalıyor açmıyorum mürekkebim bitene kadar en azından yanıyorum simit alıp martılara atan kızlardan da olamadım ona yanıyorum martılar komik hayvanlar anca gülüyorum bir zamanlar da aşık olmuştum yalnızlığıma uymadı duvarlar pek aldırış etmedi adamlar baktı kendi işlerine zaten onlara anlatmamıştım karanlığın içinde bana ait olmayan bir yüz görmüştüm fazla uzun sürmedi kaybettim belki de hiç bulamamıştım

You are using an unsupported browser and things might not work as intended. Please make sure you're using the latest version of Chrome, Firefox, Safari, or Edge.