Avatar

dipnot*

@trajedikomedi / trajedikomedi.tumblr.com

"boyuna göklere yükselen, boyuna uçurumlara yuvarlanan bir insanın trajedisi"
Avatar

içinde bir yara olarak büyüttüğü ama yarayı açanı bir türlü bilemediği yıllardan sonra... boşanmayı başarısızlık gören, annesi ve babası ayrıldığında karnında bir bulantıyla dolaşan o kız çocuğundan başkası değil.

bugün kendi çocuğunu yapmaya çekiniyor, kendini bir başarısızlığın meyvesi olarak ve başarısız olmaya mahkum gördüğünden.

biri tarafından koşulsuz sevilmek tüm yaraları hafifletiyor. yeniden saf bir çocuk olarak doğacaksın ve onu büyüteceksin. biliyorum.

Avatar

insan çocukluğunda, o zaman ne yaşadığını anlamadığı ve belki de anlamadığı için kaldırabildiği, hayatına devam edebildiği şeyler yaşıyor. yıllar sonra ne yaşadığını anladığında ise asla sonlanmayacak, verdiği acı hiç geçmeyecek bir ağırlığı içinde büyütmeye başlıyor.

çocukken çeşitli travmatik şeyler yaşayanlar olarak ne çok ağırlığı beraberimizde taşıyor ve büyütüyoruz. üstelik hiç yaşamamış olmayı dilediğimiz şeylere rağmen bu şekilde devam ettiğimiz için ne de güçlüyüz. bazı kalıplar hiç değişmiyor ve bambaşka kişiler farklı deneyimlerden geçse de ortak bir kederi paylaşabiliyor.

Avatar

rihem,

tam yirmi dört kış gördüm.

sayısız kez ağladım. sayısız kez güldüm. yüzlerce kitap okudum. iki yakın arkadaşımı kaybettim. bir kedim oldu. telefon numaramı hiç değiştirmedim. dedemi toprağa iki kez verdim. hiç kardeşim olmadı. tam beş beden keşfettim. hiçbir erkekle dans etmedim. çok istesem de gitar çalmayı öğrenemedim. bana hayatım bir daha güneşli olmayacakmış gibi hissettiren iki aşk geçirdim. bir daha öyle aşık olmadım. büyüdüm. şairlere hak verdim. pek çok şey öğrendim ve bir şeyi fark ettim. çetelemi tuttuğum, sınırlarımı çizdiğim tebeşir bir cümleyle elimde parçalanabilirmiş. ruhumu nasıl tutsam da seninkine değmese derken rilke de çok çaresizmiş.

Avatar

bir yazarın günlüklerini okumakla sır perdesi aralanıyor. teknik bir işin arkasındaki düşünen ve yaratıcı varlık ve işte acıları, işte kaygıları ve işte çocukça coşkuları.

tezer özlü, cesare pavese'yi neden sevmiş? bu dehşetli ve azalmak bilmez karamsarlık, içe dönüklük ve faydasız sorgulamalar bana lise zamanlarımı hatırlattı. ben de bunlar sayesinde daha çok yazıyordum. sonra tutunacak bir şeyler bulmayı öğrendim. pavese ise hiç büyümeyen bir çocuk gibi. acıyı kutsayıp, kutsamıyormuş gibi görünüp kutsayıp duruyor. peki tezer özlü pavese'yi neden sevmiş? belki o da müzmin bir karamsar ve intihar meyillisi olduğu için. evet, başka ne olabilir?

Avatar

ocak ayında, her zamankinin aksine bahçesinde dolaşması içimi açan o hastanenede, buz gibi suyunda kırmızı balıklar yüzen havuz. yağmurlu bir akşamüstü.

bir daha eskisi gibi olamayacağımı düşünmeye başladığım için.

her şeyin eskisi gibi olmasını istiyorum.

Avatar

we look at the world once, in childhood. the rest is memory.

Avatar
Prenses Xenia Georgievna, Philip de László'nun fırçasından. İki resim 5 yıl arayla yapılmış. İlki 1915'te, Prenses henüz 12 yaşındayken. Diğeri 1920'de, 17'sinde genç bir kadın. İki resmi yan yana koyup bakıyorum da 5 yılda prensesin gözlerindeki ışıltılar sönmüş. Salınan saçları toplanmış, koyulmuş. Rahat kıyafetlerinin yerini elbiseler, tül şallar almış. Teni soluklaşmış. Çocukluğu uğurlanmış.
Avatar

o günü düşünüyorum. mesainin bitimine yaklaşmışsın. ne zaman o akşam için plan yapmıştınız, o gün mü? çok daha önceden mi? son anda mı? heyecanlısın, bu muhakkak. bir taksi çağırıyorsunuz. asansörden birlikte iniyorsunuz. kaçamak bir şekilde aynaya bakıyorsun. sen yokken kendimi sevmiyordum dediğin kişiyi o akşam hatırlamıyorsun, güzel gözüküyorsun. kendini seviyorsun. taksiye biniyorsunuz. arkaya, onun yanına oturuyorsun. insanlara anlatmayı sevdiğin taksicilerle çok iyi konuşurum oyununu o da görsün istiyorsun. ama belki buna fırsat olmuyor, belki onunla konuşuyorsun. yol boyunca hiç yanlış bir şey yapıyorum hissine kapılmıyorsun. hayır, yanlış bir şey yapmıyorsun.

taksiden nerede indiniz? bu konuda tahmin yürütemiyorum. caddeleri, sokakları hiç hatrımda tutamıyorum, biliyorsun. ve yürüyorsunuz, hep el ele yürüdüğümüz sokaklardan. daralan kaldırımlarda aşağıya sen mi iniyorsun? gideceğiniz yeri sen seçtin ama o da yabancısı değil. ne de olsa sizin jenerasyon buralarda takılır. birkaç basamağı çıkıp kapıdan içeri giriyorsunuz. montunu çıkartıp sandalyenin arkasına asıyorsun. ya da belki yan sandalyeye üst üste koyuyorsunuz montlarınızı. bir yan sandalye olmalı. yoksa da çantasını koyması için başka bir masadan çekmişsindir. şimdi mavi gömleğinlesin. o hangi renk giymişti? bir düşün, kesinlikle hatırlıyorsun. bu barda bomonti satılmıyor. carlsberg söylüyorsun. ofiste yemiş miydiniz, yoksa orada mı atıştırdınız? aklına hiç gelmiyorum. gülümsüyorsun. yanlış bir şey yapmıyorsun.

ilk öpüşmeniz o masada mı oldu? geri çekildikten sonra gülümseyerek yüzüne bakıyorsun. ona çok güzel öpüşüyorsun demiyorsun, yüreklendirilmesi gereken biri değil. onu öpüyorsun ve geri çekilirken gözünün önünde beliren bir suretim yok. birkaç gün öncesinde bana sunduğun dudakların bu yeni sıcaklığı garipsemiyor. ya da belki kalkana kadar hiç öpüşmediniz. hiç canın istemeyerek o masadan kalkıyorsun, arkadaşlarınla buluşman gerek. hiç canım istemiyor aslında diyorsun. ya da belki hiç seni bırakasım yok. kalktıktan sonra sokakta öpüşüyorsunuz belki de. gece onun evine gitmeyi o anda mı planlıyorsunuz? hiç onu bırakasın yok. yanlış bir şey yapmıyorsun.

birlikte olmak daha önceden aklında var mıydı? çantanda bunun için hapını bekletiyor muydun? yoksa beşiktaş vapuruna geçmeden bir eczaneye mi girdin? o geceye iyi hazırlanıyorsun, ben bile dikkatini dağıtamıyorum. ve vapurda artık, akşamın geri kalanında rahat edebilmek için bana cevap vermen gerektiğini düşünüyorsun. saat onu geçiyor. bu saate kadar neden yazmadın? eve gittin, yemek yedin, pantolonunu değiştirdin. hangi adımı söylemediğin için kızıyorum tam olarak? neyi yanlış yapıyorsun, bana kötü mü geliyorsun cidden? sinirleniyorsun ya da sinirlenmiş gibi yapıyorsun. bana layık değilsin dimi, benim kadar incelikli değilsin, sığsın? halbuki sen o gün iki kere patronun kapısından döndün, istifa etmeye karar verdin. bu manipülasyon işinde oldukça iyisin. iki saat mesaj almamak da zor gelmemeli insana.

arkadaşlarının yanına oturuyorsun. bu kadar geç kaldığın için sana sitemliler ancak çabuk geçiyor. geç kalman için bir bahane uyduruyorsun. mesaiye mi kaldın? nereden bilecekler? kalkarken ona mesaj atıp çıktığını haber veriyor musun? montunu giyiyorsun. yılın bu zamanları hep soğuk oluyor. otobüse biniyorsun. son bir adımın kaldı. bana eve geçiyorum yazıyorsun. yarın ne yapacaksın? beni beklemek dışında bir planın yok. beni beklemek dışında başka işin yok hafta sonları. hiç utanmıyorsun. seni seviyorum diyorum, şarjım az kaldı telefonum kapanırsa heyecanlanma diyorsun. sarhoşsun, gidince de sızabilirsin. gidiyorsun. yanlış bir şey yapmıyorsun.

zili çalıyorsun. seni kapıda karşılıyor. aklına ben gelmiyorum. ayakkabılarını çıkarıyorsun. evi inceleyerek yürüyorsun. bir şeyler daha içeceksiniz. evin sıcaklığı iyi geliyor, alkolün sıcaklığı iyi geliyor, onun sıcaklığı iyi geliyor. aklına ben gelmiyorum. aceleyle mi soyunuyorsunuz? sen muhakkak belinden tutuyorsun. sütyenini sen çıkartıyorsun. bakışların donuklaşmış, yavaşça göğüslerini okşuyorsun. sevdiğin gibi. dudaklarını yaklaştırıyorsun. aklına ben gelmiyorum. vücutlarınız ilk nerede bütünleşiyor? yanlış bir şey yapmıyorsun.

telefonunu ne zaman kapatmıştın, ne zaman o gece rahatsız edilmek istemediğini anlamıştın? telefonun kapalı. ev arkadaşlarına seni soruyorum, dün gece hiç eve gelmediğini söylüyorlar. nerede olduğunu bilmiyorlar. saat öğlen on ikiye geldiğinde iyice telaşlanıyorum. en son seninle sen daha sokaktayken konuşmuştum. başına bir şey mi gelmişti? sorup soruşturuyorum, kimseden bir şey çıkmıyor. artık korkuyorum. olabileceğin yer hayatta aklıma gelmiyor. yanlış bir şey yapmıyordur bile demiyorum. sana o derece inanıyorum. saat ikide telefonunu açıyorsun. buluştuğun arkadaşlarının birinin evine gittiğinizi söylüyorsun. telefonunu şarj ettiğini sanmışsın, kahvaltıya gitmişsiniz. çok sinirleniyorum. beni seni merak etmek zorunda bırakma diyorum. senin kimseye haber vermeden, bağımsız yaşamaya alıştığını kabullenmeye çalışıyorum. işin bitince gel diyorsun. çok kalamayacağım diyorum, arkadaşlarınlaysan kalkma hiç. hayır, gel diyorsun. yanlış bir şey yapmıyorsun.

onun evinden bir türlü çıkamıyorsun. evine gelişimi ucu ucuna yakalasan yeterli olur. metroya binerken yazar mıyım? gitme zamanın yaklaştıkça daha mı tatlı geliyor? bana gel dediğin için pişman oluyor musun gömleğini iliklerken? hayır, onun evinden bir türlü çıkamıyorsun. ben evine geliyorum. bir arkadaşım aramış, zili çalarken telefonla konuşuyorum. kapı açılmıyor. sana kapının önündeyim yazıyorum. artık istemesen de gitme vakti. montunu giyiyorsun. onu uzun uzun öpüyorsun. sokağa çıkıyorsun. ama kadıköy'de bekliyordum seni diyorsun hızlı hızlı rıhtıma yürürken. bekle diyorsun, eve geliyorsun. yanlış bir şey yapmıyorsun.

mermere yaslanmış seni nasıl beklediğimi anımsıyorum. ama ne yazık ki suratını değil, aldatan bir insanın suratı nasıl gözükür, sevgilisine ilk nasıl bakar bilmiyorum. seni iki saat görebilmek için iki saatten fazla yol geldiğim o gün, yüzüme bakıp bakıp seni çok seviyorum diye ağlamanı unutamıyorum. beni ne kadar çok seviyor diye düşünüp içimin ısınışını da. ve bu ağlamaların birkaç ay boyunca tekrarlanıyor. öyle ki kesildiğinde beni artık eskisi kadar sevip sevmediğini düşünüyorum. bu düşünceme gülüyorsun. bir dizi izlerken olanlar karşısında hislenip lütfen beni hiç aldatma dediğimde gülüyorsun. bence ofisinizdeki en güzel kız o dediğimde gülüyorsun. yanlış bir şey tabii ki yapmıyorsun.

Avatar
reblogged

john cheever'ın “yüzücü"sünün ne kadar iyi bir öykü olduğu hakkında bir iki şey söylemek istiyorum.

zaten ancak 10 sayfacık olan bir öykü hakkında spoiler vermeden bahsetmek herhalde mümkün değil: (ki zaten öykünün derdi de sanırım bir olayı anlatmak değil), evet evet, spoiler -

"yüzücü” -aşağıyukarı- şöyle bir öykü: neddy merrill, kısaca ned, herkesin “geçen akşam çok içmişim.. gereğinden de çok” diye uyandığı bir sabah, ki kendisi de bu gecenin sabahında arkadaşlarının havuzlu bahçesindedir-, eve dönmek için tuhaf bir yol belirler: bir haritacı gibi yöredeki evleri ve havuzları zihninde işaretler, bir havuz-zinciri, sırasıyla yüzdüğünde onu kendi evine götürecek bir rota, bir yarı yeraltı ırmağı

ned, kendini bir gezgin, maceracı, bir kahraman olarak düşler. zihninde birbirlerine eklenen bu havuzlara bir de isim verir, karısının ismini: lucinda ırmağı.

eh, ned'in bu eve dönüş yolculuğu elbette bir trajediye dönüşür (hangisi dönüşmez). ned havuzdan havuza geçtikçe, zaman sanki onun algıladığından daha hızlı geçer, karısından ayrılmıştır, metresi onu terketmiştir, iflas etmiştir, havuzlarında yüzdüğü komşularından bunları öğrenir, bir sonrakinde onlardan borç istemiş olduğu yüzüne vurulur, fırtına çıkar, daha henüz sabah bir yaz günü başlamışken şimdi sonbahar gelir, ned yüzmeye devam etmek ister, kollarında güç bulamaz, ihtiyacı olan içkiyi ona kimse ikram etmez. sonra bir halk havuzuna denk gelir, burada aşağılanır, neredeyse tartaklanır, kendini bir otobana atar, ıslak ve titrer halde evine varır, evi terkedilmiş bir haldedir.

bu öykü hakkında bu aralar çok düşünüyorum. (ara ara sadece kıskançlığımdan düşündüğüm de olurdu hem, bu öyküyü ben yazmış olsaydım diye hayıflanırdım.) (çünkü bu öyküde benim elimden çıkma bir heyecan ve beceriksizlik de görürüm. çok güzel düşünülmüş bir şeyler, fakat heyecan yüzünden anlatılmak istenenlerin hepsi anlatılamamış gibi gelen (bazen parkta karşılaştığınız, kelimelerinin arasında kesik kesik nefes alan -bu yüzden bazılarınca kekeme zannedilen- şu oğlan çocuğunun anlatmak istedikleri gibi şeyler).

“yüzücü” hakkında bu aralar sık düşünmemin sebebi her gün salon penceresinden izlediğim boş sokak, balkonlarına kaçamak çıkan, hemen evlerine dönen tanımadık komşular, ve şu sokağa çıkma yasağı düşüncesi.

sokağa çıkmak yasaklansa bile, mahalleyi balkondan balkona gezemeyeceğimiz konusunda bir yasak var mı? diyorum kendi kendime, yüzücü'nün şimdiki zamana bir uyarlamasını yazamayacağına göre, elinden sadece -ilk olarak- yan balkona geçmek gelir sevgili ben. 

balkonlardan ilerlerken (ah, lucinda nehri gibi güzel bir isim bulmalıyım macerama, ben de bir gezgin, hayalci ve hatta kahraman sayılmalıyım) karşılaştığım insanlar, komşular, konuştuklarımızı zihnime not ederdim.. eh ama, böyle bir şeye kalkışırsam diyorum bir yandan, sevgili siz, bunun mutlaka bir trajediye döneceğinden nasıl da eminiz, - bu ortalıklık bile şimdilik bana yeter.

suyun yüzeyine çıkınca saçlarımdaki suyu silkeliyorum, evden dünyalar kadar uzak olduğumu düşünüyorum.

Avatar

geçen dönem bir öykü yazdım. şöyle demişti hoca, biricik bir bedensel deneyiminizi hikayeleştirin. hiçbir kısıtlama yok. ben de ilk bunaltıcı kabuk değiştirme dönemimi anlattım. yatılı okulu, arkadaşlarımı, tam aidiyetsizlikle anlaşmaya başlamışken eve dönmenin yarattığı karmaşayı. daha sonra final için yazdığımız hikayelerin bir kritiğini yapmamız istendi. anlatıcı olayı neden bu yönlerden ele almıştı? neleri dışarıda bırakmış, nelerin üstünde kalemi duralamıştı? neden kabuk değiştiriyordum, neden bunaltıcıydı?

öyküdeki karakter bendim ama bu zamana kadar okuduğum ve okurken özdeşleştiğim hikayelerden, bu hikayelerdeki karakterlerden ne kadar farklıydım? bitmiş bir hikayenin ne ölçüde karakteri olabilir, bitmiş ve bitecek tüm hikayelerin ne ölçüde karakteri olmayabilirim?

son birkaç aydır terapide sürekli bu ödevi yinelediğimizi fark ettim. bir bedensel deneyimimi anlatıyorum. hiçbir kısıtlamam yok. hikayemi koyuyorum ortaya. terapistim kolları sıvayıp hikayemi parça pinçik ediyor. bu kritiği beraber yürütüyoruz. neden olanları bu şekilde ele aldım, neleri dışarda bıraktım, nelerin üstünde durdum, neden bunların üstünde durdum? ben nasıl böyle biri oldum?

sürekli özne olmanın yüklendiği yoğun, belirlenimci, kaygılı saatlerin dışarısına çıkabilmek iyi geliyor. pek çok aktör gibi olduğunu, pek çok kahramandan biri olduğunu bilmek, diğerlerine bakabildiğin kolaylıkla, mesafeyle kendine bakabilmek bazı şeyleri daha katlanılabilir, taşınabilir, hafif kılıyor. yakın kalabilmenin yolu mesafe koyabilmekten geçiyorsa kurmaca ve gerçek(?) arasında bocalamamın ne zararı olabilir?

geçenlerde bir öykü yazdım. bugünlerde yine yazıyorum.

You are using an unsupported browser and things might not work as intended. Please make sure you're using the latest version of Chrome, Firefox, Safari, or Edge.