Avatar

"Kime neyi anlatabilirsin" felsefesi kalbime, dimağıma ve en kötüsü vücudumun protonlarına nakşediyor.

Avatar

Kötülük değmemiş saf kalbinle dünyadasın çocuk, büyüme. Büyürsen kirli eller kloratın çıkaramayacağı lekeler bırakacak kalbinde. Önce sana bu dünya güzel diyecekler sonra sen büyüdükçe o güzellikleri yok eden şey olacak bencillik. Sana acımasızca kopardıkları çiçekleri, sevgisine karşılık caniliği layık gördükleri hayvanları tanıtacaklar; bunu öyle güzel yapacaklar ki inanacaksın insan ırkının doğaya her zaman saygı duyduğuna. Büyürsen anlayacaksın çocuk, doğanın katilleri arasında nefes almanın güçlüğünü. Sana verdikleri umudu bir bir senden geri aldıklarına tanık olacaksın ve hiçbirine ses çıkaramayacaksın, çünkü onların verdiği umudu sen kabul ettin. İhtiyacın olmadığı halde seni zorla sevecekler. Zaman geçtikçe sevilmeyi öğreneceksin. Sevginin güzelliğini iliklerinde hissettiğinde artık ihtiyacın yok deyip çekip gidecekler ama kırmızı ışığı yakamayacak gözlerin. Büyürsen, kendi adına kurduğun hayallerde başrol oynamak isteyecekler çocuk, bir sahne figüranı olacaksın kendinde. Sana güvendiklerini hissettirecekler ve zamanla sen de onlara güveneceksin fakat emeğine tanık olan, başını koyduğun o yastığı bile alacaklar senden. Hastayım diyeceksin suyunu esirgeyecekler böbreklerinden, kuşlar yetişecek imdadına; gagalarıyla sana şifa olma derdine düşecekler.  Ay ve yıldızları birer süsmüş gibi anlattıkları anda, bir tek sana göz kırpan ışıklar göreceksin gökte ve o an göğe bakmanın erişilmez huzurunu tadacaksın. Özgürlüğü bir kuşun kanat çırpışında bulacaksın. Sana sunulan her meyvenin rengini gökkuşağına katıp üstünden hayallerine doğru kayacaksın. Büyüyesiye kadar yapacaksın bunu. Fakat büyürsen o gökkuşağının kaydırağında renk bırakmayacaklar çocuk. Bir amaç uğruna çiçek yetiştireceksin. Sevginle filizlendirdiğin çiçeğinin ihtiyaçlarını karşılamak için kendinden ödün vereceksin yine de günün birinde solduracaklar onu. Sen büyürsen çocuk senliğinden çıkacaksın. Saflaşan tüm maddeleri eritip içini kibir ve nefretle doldurup birer süs eşyası niteliğinde kalbine takacaklar. Seni zorla büyütmeye çalışacaklar, onları duyma çocuk, görme. Eğer bir gün büyümek zorunda kalırsan sen çekeceksin ruhuna o tetiği. Eşsiz bir çiçeğe verdiğin gönül hatrına sen hiç büyüme çocuk.

Avatar

Serzeniş

Bir pazartesi sabahı. Saat 7 suları. Yoğun günün monotonluğu için uyanan insanların zoraki uyanışlarını görebiliyorum. Şu pembe binanın en üst katında yaşayan adam müthiş bir gerinmeyle kemiklerini okşuyor. Yarım daire şekilli pencereye sahip çocuk bilmem ne kursu için annesi tarafından uyandırılmaya çalışsa da, uykunun en tatlı yerini bırakmak istemiyor. Panjurlu mavi evdeki evliliğe henüz doyamamış çift özlemle sarılıyorlar birbirlerine biraz sonra ayrılmak zorunda kalacakları için. Çatısında asma yaprakları olan eski yanmış binadaki teyze, küf kokulu penceresinin (evin görünümüne umut gibi yerleşen) beyaz perdesini aralayıp insanların başlayan telaşını izlemeye koyulmuş bile. Karşı terasta kendine ayrılmış küçücük yerden özgürlük grevi yapan minik köpek de uyanmış anlaşılan. Şehrin sessiz yanını asfalttan geçen araba sesleri devralıyor. İnsanoğlu uyanıyor yavaş yavaş. Kimileri mutlu, kimileri bıkkın, kimileri yorgun. Bense biçare. 

Bir zavallıyım, takvimin 19 yazan yerinin önemi kadar yitik. Çünkü zamanın pek de bir önemi yok hayatım boyunca unutamayacağım bu anın içinde. Mavi göğe süs veren bulutları şekillendiremeyecek kadar kırıldı hayallerim. Uzun selvi ağaçların yeşilliği huzur vermeyecek kadar sel oldu gözlerim. Hangi numarayı çevirmeliyim ilk yardım için? Hangi birim şu gözlerimde boğulan paramparça olmuş kalbimi yeniden hayata döndürebilir? 11 haneli numaranın umrunda olsaydım kuşlar konar mıydı tahta pencereme, yalnızlığımı avutmak için ? Kaç saat önce terkedildim bilmiyorum. Dünyanın en sessiz vedasına tanık bile olamadım. El sallayamadım ardından yiten en güzel duygularımın. Etraf yeterince aydınlandığına göre fazla olmamış mantıklı yanıma siyah bir şal örtüleli. Aksi takdirde acı çeker miyim hiç böylesine? Mantıklı insanımdır ben bakmayın böyle odamın her yerini peçeteyle doldurduğuma. Giden gider kardeşim deyip alayına rest çekerim. O siyah şalı da nerden bulduysa güçlü yanımı kapatmış işte giden. Annesinindir belki kim bilir. Gerçi bunu yapabilecek zekaya sahip olması da gururumu acıtmıyor değil. Ama az kaldı gülmeyin hemen öyle, siyah şaldan kurtulmama az kaldı. Bir kurtulayım asıl o zaman göreceğim yine gün ışığında yıldızları, sevilmek için bir insan eli bekleyen kedileri köpekleri. Masmavi göğe renkler çizeceğim yine. Rengarenk olacak bulutlar. İzin vermeyeceğim kilometrelerce ötedeki birinin beni hükmetmesine. Ve bu yüzden eskisi gibi duygulara bir çizik atacağım. Varlığını buzdolabının en düşük voltajlı bölümüne koyup kapağını kırılmaz zincirle bağlayacağım. Mektuplarını parça parça yapıp önce yakıp sonra ıslatacağım. Ben, şu pencerenin başından kalktığım zaman ben olacağım. Fakat müsaade etmiyor sol çarpraz evin tavanına atılmış çürümüş tahtaların bir araya gelmesiyle yapılmış eski bir divan. Beni, yaşadığım şu boktan şeyden alıp kendine çekiyor. Eski bir zaman dilimine uğurluyor. 

Muhtemelen 4 yaşındayım. Üzerimde mavi kot bir elbise. Hatta yabancı değil saçlarıma ışıkları vuran doğan güneş. İşte! Güneş ışınları aynı hizada vuruyor yer yüzüne. Tıpkı gelecekteki pazartesi gibi. Ayaklarım beni çeşmeye götürüp yüzümü yıkatıyor. Kahvaltı etmeye gerek duymuyor olsam gerek kendimi bahçeye atıyorum. Büyükçe bir bahçenin içinde 2 katlı ev ve bir müstakil ev. 2 katlı evin zemin katında biz yaşıyoruz. Üst katta ev sahibimiz Almancı Emine teyze. Ona bu kasabada Almancı demelerinin sebebi tabiki kışın Almanya’daki evinde kalıyor olması. Öyle alegorik sebepler falan yok yani. Müstakil evde çok tatlı bir kadın var. Teyzem olmadığı ve anneme çok sıkı bir dost olduğu için ona teyze diyorum. Elif teyzemin iki oğlu var ikisi de benden küçük. Aynı bahçeyi paylaşmakta bazen zorlansak da iyi anlaşıyoruz çocuklarla. Çoğu zaman didişe didişe hatta. Çocuklar kavga etse de anlaşıyor en nihayetinde. Onlar büyükler gibi kinci ya da kibirli değil. Çiçekleri ayırmak için yapılmış küçük kaldırım taşlarına basa basa renkli gülleri tek tek kokluyorum. Babaanneme bugün hangi rengi yakıştırsam diye düşünürken gözüme capcanlı kırmızı bir gül takılıyor. Bu yıllar sonra bir kitapta göreceğim gülün türünden, eşsiz bir gül, benim gülüm. Dönüşte koparırım diyerek çiçeklerin sonunda; duvara yaslanmış, altına kadar süzülen bir bezle örtülmüş, biraz sonra yaslanacağım yastıkları bir mermerden daha kalın olan yaşlı bir divana oturuyorum. Etrafı süzdükten sonra bağırmaya başlıyorum. Birine sesleniyorum ama ismi bile tanıdık gelmiyor. Divandan inip tüm bahçeyi seslenerek aramaya başlıyorum. Bu hareketi yaptıkça beynim anımsamaya başlıyor sanki. Herhalde bir yere kadar gitti diyerek beklemek için divana yöneliyorum. Ve divanın tam üstüne çıkarken az önce farketmediğim bir leke görüyorum yerde. Aşağıya eğildikçe bu leke artıyor. Minik ürkek ellerimle yaşlı divanın ayaklarına süzülen bez örtüyü aralıyorum. Araladıkça daha çok korkutuyor beni gülde sevdiğim bu renk. Bezi sonuna kadar kaldırdığımda ise az önce neyi aradığımı anlıyorum. Hatırlıyorum. Benim bir yıldızım vardı. Küçük bir köpeğe verilen yıldız ismini insanlar garipse de bu yıldızımın umrunda olmuyordu. O, benim ona gösterdiğim sevgi ile ilgileniyordu. Mahallede sürekli küsüp duran 2 kız arkadaşımdan daha masum bir dosttu. Fakat şimdi dostum kanlar içinde. Karnından akan kanlar mı daha fazla yoksa gözlerimden akan yaşlar mı bilemiyorum. Ona baktıkça onunla ilgili daha fazla şey hatırlıyorum. 1 saat yanı başında ağlayarak onu seveceğimi, Elif teyzemin uyandığı an karşılaştığı bu manzaraya çığlık atacağını, herkesi başıma toplayıp zalimce onu benden alarak hiç bilmeyeceğim bir yere gömeceklerini... 

Yıllar geçtiğinde bu görüntüleri unutacak olsam da bir yıldızın hayatımdan kayıp gidişini bilimsel açıdan bile olsa kabullenir olacağım. Sabahın 7 sularında penceremden bir yıldız kayıp gidiyor olsa da bunu sadece ben göreceğim. Siyah bir şal bile yetmeyecek ışığı göremeyen gözlerimin yaşlarını silmeye. Beyaz perdenin ardındaki yaşlı kadının gözü bana takılıp geçmişe dönecek. Ve kim bilir hangi siluete benzetecek beni. Ve aslında tam bu noktada kabulleneceğim bir yıldızın gerektiği zamanda kayıp gitmesi gerektiğini. Anlayacağım asıl önemli olan şeyin herhangi bir yıldızın kayması değil de izi kalacak bir yıldıza veda etmek olacağını.

Avatar

Öperim, yıldızları topladığım ellerinden.

Avatar

Güzel insanların üstüne toprak çabuk atılır.

Avatar

Yeniden Doğuş

Bir zamanlar uzak diyarlarda yüzü gülmeyen Beyaz bir Gül yaşarmış. Öyle güzelmiş ki, diğer tüm canlılar, türünün tek örneği olan bu Beyaz Gül'ü kıskanırlarmış ve bu yüzden Beyaz Gül'ün hiç arkadaşı olmazmış. Papatyalar onunla konuşmazmış, kaktüsler kin duyarlarmış hatta zambaklar bile solup gitmesini dört gözle beklerlermiş. Tüm bunlara rağmen güzelliği hiç eksilmeyen Beyaz Gül kendini çok yalnız hissedermiş. Böylesine güzel olunca diğer canlılar onun  yapraklarını sevmemek için adeta kendilerine savaş açarlarmış. Gel zaman git zaman canlıların tepkisi değişmeyince Beyaz Gül kaçıp tek başına yaşayabileceği bir yer aramaya karar vermiş. 

Uzun yollar aştıktan sonra nihayet istediği gibi bir yer bulmuş. Burası öyle güzelmiş ki, yeryüzüyle  yeşil ve deniziyle mavi Beyaz Gül'ü hemen etkileyivermiş. İlk Gül olduğu için hiçbir rengi tanımayan Beyaz Gül uzun süre buranın atmosferinden çıkamamış. Bir gün bir ses işitmiş. Küçük bir ağaç görür gibi olmuş. Sanrı olduğunu anlamak ona sevinç verirken ansızın koca bir hüzün yerleşivermiş yüreğine. Beyaz Gül diğer canlılarla konuşamadığı gibi kendisiyle bile konuşamıyormuş artık. Ağzı konuşsa kulağı duymuyormuş kulağı duysa ağzı konuşmuyormuş. Tek başına yitip gidecekken bir anda üşümeye başlamış. Bu his hem üşütüyor hem de yaşadığını hissettiriyormuş. Yeryüzüne, denize iki kat renk gelmiş bulutlar bembeyaz olmuş evrende yıldızlar ışıklarını yakmış. Beyaz Gül şaşkınlıklar içerisindeyken bir ses yankı yapmış yeryüzünde, evrende, sonsuzlukta. Tüm bu renkleri, ışığı getiren şey Rüzgar imiş. Beyaz Gül bu misafirlikten pek memnun kalmış. 

Koskoca evrende artık onu dinleyip anlayacak, ona dostluk edecek, yanından hiç ayrılmayacak bir canlı varmış. Günler haftaları aşmış, haftalar 12 ay'ı. Zaman onların arasına bir bağ örmüş ve git gide bu bağ sıkılaşmış. Rüzgar, hiç bıkmaksızın Beyaz Gül'ün yapraklarını özenle okşarmış. Bunaldığı zaman onu ferahlatıp, ihtiyacı olduğu zaman sarıp ısıtırmış. Birbirlerine deli gibi aşık olan Beyaz Gül ve Rüzgar ne yazık ki farklı canlı türünden olduklarını uzun zaman sonra kavramışlar. Lodos zamanı geldiğinde Rüzgar, Beyaz Gül'ün katili olacakmış. Fakat o kadar aşıklarmış ki, bunun üstesinden geleceği konusunda birbirlerine söz vermişler. 

Bir süre gayet iyi ilerlerken Lodos zamanının yaklaştığını üzülerek gören Rüzgar, Beyaz Gül'den bir saniye bile olsa ayrılmamış. Sıcaklığını, yapraklarının üzerinden hiç esirgememiş. Ölümünün yaklaştığını anlayan Beyaz Gül, ölüm anına kadar sessiz kalıp zamanını tıpkı Rüzgar'ın yaptığı gibi değerlendirmeye karar vermiş. İki aşık bitmeyecek bir Son'u çaresizlikle beklemeye başlamış. Ve o gün geldiğinde bir fırtına kopmuş yeryüzünde. Beyaz Gül son kez sarılmış Rüzgar'a, Rüzgar son kez yapraklarını okşayıp kokusunu yeryüzüne dağıtmış. Kollarında can vermiş aşığı. Şimşekler çakmış. Rüzgar tüm evreni yasa boğmuş. Denizler yağmurla taşacak hale gelmiş. Kainat'ın yok olmasına sebep olacakken güneş ışığını vurmuş Rüzgar'ın ensesine, ötelerden doğmaya başlamış. Kuruyup giden Beyaz Gül'ün yapraklarından arta kalan tozlar birleşip kırmızı rengini almış. Bir Kırmızı Gül doğmuş yeryüzünde; Rüzgar ve Beyaz Gül aşkından doğan, evrene bağlılığı anlatan bir Kırmızı Gül. O andan itibaren hiçbir sonsuzluk Son olmamış.

Avatar

Özgür Türk

Hayatta her zaman hayalperest olmadım lakin çok güzel hayaller kurdum. Hayallerime umut ekleyip yeşerttim onları. Bir gün gerçekleşir beklentisi olmadan, umutları kurutmadan yaşayabilmek bu hayatta insanın becerebileceği en iyi eylem olsa gerek diye düşündüm hep. Ödülümü sabır verdi. Hayallerimi ve umutlarımı gerçekleştirdiğim bir emeklilik tatili oldu. Sanırım bu şans 48 yaşında olan her insana vurmaz. 

İnsanlar mesleğimi  tek bir kılıfa sığdırmaz. Kimilerince fobidir, kimilerince yolculuk süresince yapılan duadır, kimilerince hiç bitmesini istemediği en güzel zamandır. Kelimenin tam anlamıyla pilottur. Zannımca özgürlüktür. Uçmaya böylesine aşık olan birini emekliye ayırsanız da uçaktan ayıramıyorsunuz. Kendi adıma kurduğum hayaller varken üstelik, sabah uyanınca kahvemi yudumlarken gazete okumak yerine bir an önce o hayalleri gerçekleştirmeyi yeğlerim deyip işe koyuldum. Hazırlığa yolculuk süresince bana arkadaşlık  edecek, gezdiğim yerlerde fırsat buldukça okuyabileceğim bir kitap almakla başladım. Daha sonra da bavul, harita, ekipmanlar, olası durumlara karşı ilk yardım çantası gibi şeyleri hazırlamakla işimi kısa sürede bitirdim. 

İlk durağım genel kabullenilmiş ismi Ateşler Ülkesi olan güzel ülke Azerbaycan'dı. Ülkenin her yerini gezdim. Hazar Denizi'nin manzarasında kayboldum. İçinde dünyanın en küçük fokunu bile saklayan bu deniz, beni dibine kadar çekti sanki. Sendeleyerek veda ettim sonsuz maviliğe ve kitabımın ilk sayfasını açtım.

"Kendilerini her zaman dünyadaki tek devlet olarak gören Çin'in hayal kırıklığının adıdır Mete Han. Kendi kabuğunda takılan, dünyanın tam ortasını kendi ülkeleri, barbar milletleri de ülkeyi çeviren halka olarak kabul eden bir toplumun en büyük korkuyu tattığı zamandır MÖ.209. "Birlikten kuvvet doğar" felsefesini daimi yürüten, bütün Türkler'i ve hatta Türklerin akrabası sayılan Tunguzları ve Moğolları bile bir çatı altında toplayan büyük hükümdar! Büyük Hun İmparatorluğunun kurucusu Teoman'ın oğludur Mete Han. Babası Çinli eşini çok sevdiği için eşinden doğma oğlunu veliaht yapmak ister bu yüzden Mete'yi Yüe-çiler'e rehine olarak gönderir."

"Xoş gəlmisiniz, nə alırdınız?" sesi ile irkildim. Sevecen bakışlarıyla yüzümü ister istemez gülümsetiyordu gözlüklü adam.  Kibarca "Hoşbuldum." deyip masanın üstündeki kataloğa göz atmaya başladım. "Şəki halvası gözəl bir şirindir". Kararsız olduğumu anlamış olmalıydı. Onaylayıp merakla bekledim. Saatin geciktiğinden olsa gerek kimse kalmadı kafede. Nermine Memmedova eşliğinde gözlüklü adam ile uzun uzun sohbet ettik. Şeki helvası gerçekten lezizdi. Ülke buram buram sadakat kokuyordu. Yurttaşlar yabancılara sevecenlikle yaklaşıyordu. Böylesine yaşanılacak ülke profilini çizen bu yeri bırakmak zor oldu. Fakat görülecek daha nice profiller vardı. 

İkinci durağım piramit görünümlü, 7000 metreden yüksek olan Han Tengri Dağı'nın bulunduğu Kazakistan'dı. Yaklaşık 26 tane müzeye sahip bir ülke. Kendileri için önemli şahısların heykelleri dikkat çekici.  Zhambyl Zhabayev adlı şarkıcıyı çok sevmiş olmaları gerek ki muazzam bir heykel kondurmuşlar yeşilliklerin arasına. Altay Kazakları kimliğine sahip Ruslara ve Çinlilere karşı Doğu Türkistan'ın bağımsızlığı için mücadele eden fakat sonucunda Çinliler tarafından idam edilen Osman Batur'un heykelindeki inceliği anlatmaya kelimelerim yetmezdi. Ülkede attığım her adımım tarihi yankılıyordu adeta. Han Şatır adlı alışveriş merkezinde kahve molası verip kitabıma kaldığım yerden devam ettim.

"Yüe-çiler'e rehin olan Mete, orada ordu oluşturup Yüe-çiler'e taarruz eder. Yüe-çiler bu manzara karşısında şaşırıp Mete'yi öldürmeye çalışırlar. Fakat hızlı koşan ata sahip olan Mete, Yüe-çiler'in arasından derhal kaçar ve yurduna döner. Babası Teoman bu dönüşe sevinir gibi yapar. Mete'ye bahadırlığından dolayı 10,000 atlı bir tümenin komutasını hediye eder. Mete, askerlerini gayet disiplinli eğitir, nereye ok atsa bütün askerler de oraya atmalıdır aksi takdirde tereddüt eden askerlerin başı kesilir. Mete vızlayan ok icat eder ve avda vızlayan okun hangi yöne gittiğine herkes dikkat etmelidir."

Gözlerinin üzerimde olduğunu hissettiğim üç gence yöneldim. Kendilerince, bunca kalabalığın arasında bir kitaba bu kadar odak sağlayabilmemi büyük yetenek görmüşler. Sonraki günlerde ülkeyi daha iyi gezmem için bu üç genç yardımcı oldu. Onlarla tanışma yerim olan Han Şatır alışveriş merkezi eski kültürü yansıtma olarak yapılmış. Yapının üstü çadır gibi örtülmüş ve bu yüzden adı Han Şatır koyulmuş. Gezdiğim ve gördüğüm yerler arasında en çok ilgimi çeken ise Bayterek Kulesi. 105 metre yüksekliğinde Unesco tarafından Dünya Şehri unvanını almış bir anıt. Mitolojiye dayanan anlamlı bir Hayat Ağacı. İnanca göre Hayat Ağacı, dünyanın merkezini sembolize ederek yeri ve göğü birleştiren ve Tanrı'ya ulaşılan yolmuş. Yapıda kule Hayat Ağacı'nı, yapının tepesine kondurulan altın top da hayatın başlangıcını temsil eden bir yumurta imiş.  

Beni en çok heyecanlandıran durak, buram buram tarih ve sanat kokan güzel Moğolistan. Hayallerimin En'inini taşıyan Orhun Vadisi'ne kalbim durmadan girmeyi başarabildim. Müthiş bir atmosfer. Tertemiz Orhun Nehri ve Orhun Müzesi... Büyük özenle korunan 1300 yıllık tarih: Bilge Kağan, Kül Tigin ve Tonyukuk Yazıtları. Hayallere dokunmak kavramı tam da bu olsa gerekti. O an dünyanın en kıdemli tarihine dokunuyormuşum gibi hissettim. Bilge Kağan Yazıtı'na diktim gözümü. Geleceğe verilecek en güzel tavsiyeleri barındırıyor yazıt: "Türk Oğuz Beyleri, milletim işitin. Üstte gök basmasa, altta yer delinmese senin ilini ve töreni kim bozabilir? Ey TÜRK; Titre ve kendine dön!". Bilge Kağan ve Kül Tigin Yazıtları müzede, Tonyukuk Yazıtı da 500 km daha Doğuda yer alıyor. Soluduğum bu ihtişamlı havayı bırakmak tahmin edemeyeceğim kadar ağırdı. Etkisinden sıyrılmak kolay olmadı. Öyle ya da böyle ülkeyi gezmeye devam ettim. Gandan Manastırı Moğolistan'ın en büyük budist tapınaklarından biri. Ülke genelinin bu dini inancı hala daha sürdürmekte olduğunu tapınağa olan ilgiden yansıdığını düşündüm. Ülkenin geri dönmemeye ikna edecek diğer yanı ise Sukhbaatar Meydanı. 1921 yılında Moğolistan'ın Çin'den ayrılıp bağımsızlık ilan etmesinde rol alan devrimin kahramanı Damdin Sukhbaatar'ın ismi verilmiş meydana. Sukbaatar'ı temsil eden atlı bir heykel yapılmış meydanın ortasına. 2013 yılında meydanın ismi Cengiz Han Meydanı olarak değiştirilip meydanın orta yerine Cengiz Han heykeli yerleştirmişler. Bilemiyorum her ikisi de güzel olmalı halk için. Neolitik Çağ buluntularını barındıran Moğolistan Ulusal Müzesi ve insanı sanata yakınlaştıran Zanabazaar Görsel Sanatlar Müzesi'ni de gezdikten sonra bir sonraki durağa çıkmak üzere uçuşa geçtim. 

Misafirperverlik konusunda buraya kadar geldiğim ülkelerden ayrımı olmayacak kadar sevecen bir ülkeydi durağım, Kırgızistan. Tam bir doğa harikası ile gezintim başladı: Ala Archa Milli Parkı. Ciğerlerimin bayram ettiği havaya sahip olan bu doğa yeri şehir merkezine 35 km uzaklıkta. Parkın biraz ilerisinde Cengiz Aytmatov'un mezarını ziyaret ettim. Kalem dehası yazar ile gerçek hayatta tanışmak isterdim diye geçirdim içimden mezarına çiçek bırakırken. Issık Göl temiz plajıyla, Süleyman Dağı şehre kuşbaşı baktıracak kadar görkemli yüksekliğiyle, Son Göl gece yıldızların ışıklarını yakmasıyla büyük önem taşıyor. Atalarımızla benzer duyguyu yaşamak adına Jeti Oğuz Vadisi'nde uzun süre at bindim. Daha sonra Kırgız Coğrafyacının adını taşıdığı Nikolai Przhevalsky Müzesi'nin hem park müze olmasıyla birlikte içindeki yerel hayvanları epey inceledim. Son olarak da yine N.M. Przhevalsky için yapılan üstünde kartal bulunan anıtın önünde içten tebessümüm ile poz verip kitabımda kalan sayfayı araladım. 

"Mete vızlayan okunu meşhur aygırına atar. Tereddüt edenlerin başını orda kestirir. Askerlerini denediği bu sınavda ise oku hatununa doğrultur ve atar. Askerlerden bazıları Mete'nin hatununa ok atmaya cesaret edemez ve başlarının kesilmesine mahkum olurlar. Askerlerini denemek için bir gün avda çok sevdiği atının karnına vızlayan okunu atar bu sefer hiçbir askeri tereddüt etmeden Mete'ye katılırlar. Mete askerlerinin artık tecrübeli olduğunu anlar ve bir gün Teoman ile ava çıkar. Bulduğu fırsatta oku babasına atar, askerlerinden bir kişi bile geri kalmaksızın Teoman'ı delik deşik ederler. Üvey annesi ve üvey kardeşini de öldürdükten sonra Büyük Hun İmparatorluğu'nun imparatoru artık Mete Han olur."

Sırada 1421'den beri dünyanın ilk gözlemevini içinde besleyen ülke Özbekistan vardı. Uluğ Bey Rasathanesi adını taşıdığı Uluğ Bey tarafından yaptırılan, 3 katlı, 30 m çapında sekstant gözlem aletinin de bulunduğu bir rasathane. Ülkede dikkatimi en çok çeken yerlerinden biri Emir Timur Meydanı idi. Büyük bir parkın içinde Emir Timur müzesi ve heykelinin de yer aldığı bu meydan epey ilgi görüyordu misafirlerden. Emir Timur heykeli, görkemini üzerinde birkaç dilde yazılan "Güç Adalettedir" yazısı ile tamamlıyor olsa gerekti. Taşkent Metrosu kafalarda yer eden metro kavramına devrim yaşatacak nitelikle, her istasyonun muazzam bir gösterişi vardı. Chorsu Pazarı gelen misafirler için yapılmış adeta. Yiyecek dolu bir pazarda hediyelik eşyaların da olması işime gelip birkaç parça hediye aldım evime. Lyab-i Havuz kaldığım yerin balkonundan geceme güzel bir manzara oluşturdu. Kocaman havuz ve havuzu çevreleyen 3 anıt ve daha nice görsel süslemeler kitabıma devam etmek için ilham oldu. 

"Mete'nin babasını öldürüp tahta geçtiğini öğrenen Tung-hu'lar, bir elçi aracılığıyla Mete'den Teoman'ın yorulmadan 1.000 mil koşan atını kendilerine vermesini isterler. Mete bunu kurultay oluşturup devletin ileri gelenleriyle görüşür. Fakat kurultay bu atın Hunlar için çok önemli olduğunu söyleyip vermemeleri gerektiğini savunurlar. Mete ise "Bir at komşu ülkemden değerli mi?" deyip atı elçi ile gönderir. Mete'nin korktuğunu düşünen Tung-hu'lar yeni bir elçi göndererek bu defa Mete'nin hanımını isterler. Kurultay yetkileri, "Bunlar töre nedir bilmiyorlar, onlara derhal saldıralım ortadan kaldıralım" diyerek sinirlenirler. Mete ise yine "Bir kadını komşu devletten üstün nasıl tutabilirim?" deyip karısını elçiye teslim eder. İyice cesaretlenen Tung-hu lideri ordusunu alıp Tung-hular ile Hunlar'ın sınırları arasında bulunan terkedilmiş bir araziye gelir. Lider yine bir elçi göndererek 1.000 mil kadar olan bu arazinin Hunlar'ın işe yaramayacağını söyleyerek arazinin Tung-hular'a verilmesini ister. Kurultay bu sefer böyle terkedilmiş bir araziden vazgeçmenin önemli olmadığını savunur. Mete ise sinirlenip "Toprak devletin temelidir, biz onu nasıl başkasına verebiliriz!" diyerek öyle düşünen ve diyen herkesin başını keser. Ardından ordusu ile Doğuya giderek Tung-hular'ı mağlup eder geride ordu bırakmaz ve halkını, malını, mülkünü kendine alır."

Ve son durak, cehenneme kapı açan Türkmenistan'dı. Karakum Çölü'nün tam ortasında 1970 zamanında Sovyet yer bilimcilerin kazara bulduğu 30 metrelik Darvaza Krateri hala aktif şekilde yanıyor. Bu kratere "Cehennem Kapısı" denilmesine hak verdim,  göz bebeğimde ateş saçan alevlerin sıcaklığını hissettikçe. Sıcak atmosferin ardından kendimi MÖ 3. yüzyılın ortalarından başlayıp MS 3. yüzyılda biten bir zaman diliminde buldum. Nisa'nın Parthia Kalesi, Part İmparatorluğu'na ait bir antik kent. Tarih kokusu bunla bitmiyordu elbette. Eski Merv şehri de muazzam bir geçmiş barındırıyordu topraklarında. 1221'de Moğolların istila edip yıkmasına ve bir daha hiç eski haline dönememesine, 1884'de komünist Rusların cami ve türbeleri yıkmasına rağmen kütüphaneleri unutulmayan, tek türbe olarak kalan Sultan Sencer türbesi ve kaleleri ile hala meşhur olan bir şehir. Uzun süre dinlendikten sonra Merv şehrinde tanıştığım çift sayesinde daha rahat gezdim ülkeyi. Önce Halı Müzesi'ne götürdüler beni. Emek emek dokunan halılar ile döşeli 3 katlı müze. Ülkeyi tanımamda en büyük rolü olan bu çift geride bırakamadığım insanlar kadar misafirperverdiler. Son olarak da Orta Asya'nın en büyük camisi olan Gypjak Camisi'nde durduk. Arkasında bıraktığı Kopet Dağ manzarası ve altın renkli kubbesiyle insanı adeta büyülüyordu. Uzun bir vedalaşmanın ardından uçağımı havalandırdım. Geride bıraktığım tarif edilemez duygu yüklü tarih vardı. O tarih kokan yapılara dokunmak, havayı ciğerlerine nüfus etmek insana atalarıyla yakından tanışma fırsatı veriyordu. Hayatta kaç defa böyle güzelliğe benzer bir an yaşayabilirdim ki? Bunca güzelliğe veda etmek 48 yaşındaki bir pilot için fazla duygusaldı evet üstelik ağlıyor da olabilirdim. Adına dökülen yaşlar bile mükemmel ötesiydi. 

Üstümden yoğun duyguları henüz atamazken bir an içim geçti. Güçlü bir ses ile sendeledim. Uçak hızlı bir şekilde hareket ediyordu yere çakılmak üzereydim, üstelik yaptığım manevra bile işe yaramıyordu. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Görünüşe göre ölmedim. Uçağım patlayıp alev alacak diye kendimi hazırlarken sadece parçaları bozulup birbirinden ayrılmıştı. Çok susadım ve zorla da olsa yardım çantasını bulup sonraki sürede yetmesi için az payda su içtim. Uçağımı tamir etmem gerekiyordu ve edemeyecek kadar yorgundum. Uyandığımda parçaları birleştirmeye çalışırken uçağın kanadına yakın olan motora yerleşmiş iki mermi gördüm. Kısa süreli şok etkisi yaşarken kafamda soru işareti bile oluşturamadım. Aklım başıma geldiğinde etrafıma bakındım görünüşte kimse yoktu. Anlaşılan uyuyakalmış olmam değildi sorun, bizzat birilerinin hedefi olmuştum. Yani burada yalnız değildim. Üstelik böylesine sıcak kanlı insanları tanıdıktan sonra şu an bulunduğum yerdeki insanların misafirperver olmadığını anlamak da zor değildi. Nereye düştüğümü bile  bilmiyordum. Kavurucu sıcağın altında suyum da bittiği için böbreklerim adeta acı çekiyordu. Ya burada oturup susuzluktan ölecektim ya da etrafı gezip bir çeşme bulacaktım. Mücadele etmeyecek ruha sahip olmadığım için her şeyi göze alarak aşağı indim. Saatlerce yürüdükten sonra bir çeşme bulup kana kana su içtim. Yanıma aldığım su matarasını da ağzına kadar doldurdum. Böyle umutsuzluğun arasında çocuk gibi sevinerek uçağıma dönmek üzere yola çıktım. Uçağımın olduğu noktaya çıkarken dağa yakın yamaçta bir grup silahlı insan gördüm. Hemen uçağa koşup saklandım. Anlaşılan hoşgeldine gelmiyorlardı. Ve kıyafetlerinden anladığım üzere konuklarım teröristti. Kalbim yerinden çıkacak kadar atıyordu. Aslında korktuğum söylenemezdi tüm hayallerimi de gerçekleştirdiğim için ölüme erken gitmiş olmazdım lakin Orta Asya gezisinden bende kalan hatıraları bir grup hainin eline bırakmak istemediğim için çaresiz hissediyordum. Hafif kafamı kaldırıp baktığımda bana daha çok yakınlaştıklarını gördüm. Durumu kabullenip kitabı açtım. Merak ettiğim konuyu okumadan ölemem diye tekrarlayıp hızlıca sayfaları çevirdim.

"Mete'nin Kuzey Çin'i almasıyla deliye dönen İmparator Kao 320 bin kişilik ordusuyla Mete'nin üzerine yürür.  İmparator Kao, Mete'ye Büyük Hun Devleti'nin durumunu öğrenmek için elçilik heyeti görünümlü casus ve gözlemci 10 kişi gönderir. Mete aldatma ve yanıltma taktiğini uygulayıp, askeri ve ekonomik gücünü ormanda gizleyip ön plana yaşlıları, çocukları, zayıf atları ve sığırları çıkarır. Elçiler buna inanarak imparatora anlatır ve İmparator hem memnun olur hem de şüphelenir bu sefer bir komutan gönderir. Fakat casusun getireceği haberi beklemeden ordusunu alır Mete'nin üzerine yürümeye devam eder. Casus bir süre sonra gelip gerçekleri anlatmaya çalışsa da İmparator buna kulak asmaz.  Mete, Çin ordusunun üzerine "Sağ ve Sol Bilge Tiginler"inin komutasında 10 bin kişilik seçme birlik gönderir. Bu birlik hiç beklenmedik anda imparatorun ordusunun karşısına çıkar ani ve şaşırtıcı darbelerle orduyu maddeten ve manen yıpratıp aniden kaybolur. Çin ordusu bu kaybolmayı kaçış sanıp birliğin peşine düşer ve Hun birliği yine vur-kaç taktiğiyle yeniden orduyu yıpratır. Aynı zamanda kış şartları altında kalan Çin ordusu iyice güçsüz hale gelir. Mete'nin planı aynen sürer ve imparator atlı birlikleriyle Bai-Teng Kalesi'ne sığınır. Bir anda Mete 400.000 kişilik atlı ordusuyla Bai-Teng yaylasını çevirir ve kaleyi kuşatır. Kuşatmada kuzeydeki birliğin atları kara (yağır), doğudaki birliğin atları demir kırı(göğümsü), güneydeki birliğin atları al(doru), batıdaki birliğin atları da aktır. Bu uygulama dört köşe olarak düşünülen dünyanın merkezinde Türk hükümdarının bulunması kastıdır. 7 gün süren kuşatmadan 3 yıl sonra Çin ve Hun arasında barış antlaşması imzalanır ve artık Çin Hun Devleti'ne vergi ödemeye başlar."

Az kişiyle çok işler başarmanın zaferiyle şahlandı kalbim. Tek başıma üstüme gelen şu teröristleri alt edebilir miydim ? Sanırım ben bir Mete Han olamazdım, boş hayallere gerek yoktu. Tam olarak nerede olduklarına bakmak için kafamı kaldırdım ve müthiş bir acı hissettim. Yüzüme çarpan su ile gözlerimi araladım. Muhtemelen kafamı kaldırdığım an teröristin biri kafama bir şey geçirmişti, hatta o yer şişmiş olmalıydı acısı epey sürecekti anlaşılan. Ellerimi ve ayaklarım bağlanmıştı. Karşımda 12 terörist anlamadığım dilde bir şeyler söyleyip aptal aptal sırıtıyordu. "Öldür lan köpek" diye yeğinleşmemle biri yumruğu geçirdi çeneme. Diğerleri izlemedi tabi. Arkadaşlarını destekler gibi yumruk ve tekme yağmuruna tuttular. Bu o kadar uzun sürdü ki artık acıyı bile hissetmiyordum. Hatta yorgunluk bile hissetmiyordum. Aldığım her darbede Mete Han'ın yanında rol alan komutanın yerine geçiyordum. Orada çok az insanla çok kişiye hükmetmek psikolojik baskı yapmak. Psikolojik baskı... Sanırım o an bizzat yaşadığım şeyin adı buydu. Düşman önce psikolojik baskı yapıyordu ki umudun kalmasın, onlara direnme ve onlar da kendilerinin güçlü olduğunu düşünüp gururlansın. Bu gururu asla yaşatmak istemeyerek tekmeler bitince cesaretlenip ayağa kalktım. Hepsi alaylı ve bir o kadar da şaşıran ifade ile bana bakıyordu. "Doymadın mı daha" dedi biri, diğerleri de kahkahalarıyla inletti dağı. Anlaşılan düşman istediği zaman Türkçe konuşuyordu. "Bir ben öleceğim Bin Mete doğacak" dedim yüzüme kondurduğum gururlu bir gülümsemeyle. "Dağlıca sana mezar oldu" sesinden sonra kafama dayanan soğuk silahı hissettim. Kapattım gözlerimi ve gülümsedim. Bir ses inletti Dağlıca dağlarını. Bir kan döküldü Dağlıca'nın topraklarına. Sonra bir ses daha, sonra bir kez daha. Tam 10 kere inledi bu dağ. Gözlerimi açtığımda 10 teröristin önümde yatan leşleri ile karşılaştım. Bir asker selam verdi: "Muhabere Uzman Onbaşı Özgür". Sözünü kestim o an:"Mete'dir adın ey Özgür Türk!" 

Avatar

Size kısaca kendimi anlatayım. Her gece sayısız hayal kuran fakat hayalperest olmayan, bir engelde kabuğa girip tek başına güç toplamaya çalışan fakat asla tükenmeyen, en kuvvetli olumsuzluk karşısında dibe batmayı öğrenen fakat yeniden ayağa kalkabilen, tüm umutsuzluğuna rağmen her gün güneşin doğuşuna gökkuşağı ekleyebilen, yıldızlar ışıklarını kapatsa bile tek bir tuşla Altair'e kadar ışık gönderebilen klasik bir tipim. Güçsüzüm diyemem çünkü çok şeye susarak göğüs gerdim. Çok güçlüyüm de diyemem çünkü hep kendime sığındım. Etrafımda milyonlarca kalabalık yok çünkü en aza indirgediğim o rakamlar hayatımın iyi ki'leri. Artık yapamam dediğim zamanlar oldu benim de elbette. Pes ettiğim, iliklerime kadar yorgun ve çaresiz hissettiğim zamanlar. Öyle insanlar tanıdım ki hepsi birer mürekkep oldu kalemime ve onlar öyle güzel gittiler ki mürekkepleri dahi hiç bitemedi. Öyle mükemmel insanlar kaldı ki yanımda mürekkebi boşa harcadığımı düşünmedim hiçbir zaman. Sıradanlığa ve şu insanı kendine kaptıran dünyevi hayata karşı durup "Ben varım" dediler. Çaresiz misiniz, kimseniz mi yok, yanınızda onca insan var da biri bile sizi anlamıyor mu, hasta mısınız, imkanınız mı yok? Cevabını verecek sorularınız bunlar olmasın. "Hayalimi gerçekleştirmek için daha neyi bekliyorum?" diye sorun mesela kendinize. Küçük hayaller de kursanız vazgeçmeyin, çok büyük hayaller kursanız da idealleştirin. Olacağına kapılmadan "yapacağım" deyin ve yapın. Yanınızdaki insanlar aksini söylüyor ise de kapayın kulaklarınızı çünkü insanlar başaramadığı şeyleri elde tutarak sizin yolunuza hep taş koyarlar. Hasta da olsanız, parasız da olsanız, tek başınıza da olsanız bu hayaller sizin yüreğinize ait arkadaşlar. Bazı hayaller için sağlıklı bir vücut, tonla para ya da binlerce insan olmak zorunda değil. Bu hayat kimsenin değil. Vücudunuz bile size emanet iken neden hayallerinizin sahibi olamayasınız ki? İnanın çocuklar güzel günler tek bir cesaretinize bağlı, inanın.

Avatar

Elbet bir gün...

Avatar

Hayallerimizle geride kaldı 4 senem. Yeni yılı bilmem ama ilk’e seninle girmek yeni bir umuttu. 2012 senli yılların sonu muydu ? Saydığımız son saniyeler son olmamalıydı Senem. 

Avatar

Sevgili Şira

Yıl 2014. Dudaklarımı titreten Aralık soğuğunun ilk günü. Bu hayatta sonuna kadar güveneceğimi bildiğim tek insanı toprağa vereli 26 ay oldu. Müthiş bir yokluk. Kalbinizdeki 3 odacığın hayata küsmesi gibi bir yokluk. Konuşsan kim duyacak bağırsan kim bakacak. Susmanın verdiği müthiş hazzı prensip haline getireli sonsuz zaman olmuş gibi. Sanki ben yeniden yaratılıp yeniden onu toprağa vererek ölüyorum gibi bir döngü içerisindeyim. Gecem onunla geçerken sabah onun ölüm haberiyle uyanıyorum. Her gün tekrarlanan bir alışkanlık. Tüm bunların arasında artık insanlara da değer veremiyorsunuz. Çünkü ölecek onlar, gidecek. Oysa gidişlerin en güzelidir toprağa alınan bilet. Fakat idrak edemeyecek kadar güçsüz ve yalnızsınız. Önce kıştan nefret ediyorsunuz onu sizden alacak kadar soğukkanlı olduğu için. Sonra İzmir'den... siz onu bir kez bile ağırlayamamışken zihninizde, İzmir ölümüne kadar onu ağırladığı için. Sonra insanların gülümsediği bu sabahlardan. Her gün sabaha karşı uyuyorsunuz, çünkü en çok o sabahlar yaktı canınızı. Nefret etmediğiniz bir şey kalıyor geriye: yıldızlar. Çünkü o en parlak yıldız sizin göğünüzde.

Böyle monotonlaşmış bir hayatın sonunu beklerken tanıştım seninle. Bir Aralık sabahı Ekim'deki hüznümü araladın ürkek ellerinle.  Sarı saçlarınla geceme doğan yeni bir yıldız oldun. Adını Şira koydum. Toprağa kattığımın hediyesi gibiydi gelişin, paketlenip kargolanmış ve bana sunulmuş en güzel hediye. Toprağı yeşerttin yişil gözlerinle. Hani konuşsam duyulacaktı artık sesim, öyle bir güvendi senin satırların. Benim şehrimde deniz yoktur ama çok kulaç attım sığınmak için limanına. Çok gece bekledim mesajlarının kapısında. Çok halatlar astım göz pınarlarına, kuru bezle silmek için yaşlarını. Çok kendimi bıraktım seni hayata sıkı bağlamak için. Ve ben hayatımda ilk defa mükemmel bir şey yaptım. Seni ablam diye tanıttım nüfus memuruna. 

Dünyada kaybolan Küçük Prens gibiydi ordan oraya savruluşum. Yılana denk gelmeden buldum senin uçağını. Sen en güzel pilottun ve seni bulmama sebep olan o enkaz hayatımın dönüm noktasıydı. Bir çift böbreği sulayanım, sen hoş geldin. Bir gül uğruna hiç terketmeyeceğim seni. Fakat her zaman o yıldızlarda duyacaksın gülüşümü. Bir gün Şira, göğü yere indireceğiz. Bunun umuduyla gelen Aralık'ın şerefine yaksın yıldızlar ışıklarını. Kutlu olsun bana gelişinin 2.yılı @majormavisi

Avatar
Anonymous asked:

Sevgilime yıldızım diyorum. Gecenin karanlığını aydınlatan mucizevi yıldızlar gibi bir anda gelip hayatımın karanlığını aydınlattığı için. Blogun tam bana göre bir yermiş. Çok da güzel bir insanmışsın.

Dilerim ışığın hiç sönmez. Çok teşekkür ederim iltifatların için.

Avatar

Gazete manşetlerinde okunmayan binlerce cenaze kalktı içimde. 

Üçüncü sayfaya değmeyen insanlar öldü yeşil panjurlu evimde. 

Soğuk esen rüzgarlar kuruttu güllerimi. 

Hırçın dalgalar alıp götürdü sen kokulu saç tellerimi. 

Yıldızlar geri vermedi sesini. 

Bulutlar dağıttı siluetini. 

Boya kalemleri aldım hatıramda yaşatmak için sakallarını. 

Oysa gökkuşağı bile renklendiremedi yeisimi. 

Gördüm. 

Kuşların en güzeli kanat çırpıyordu yüreğinde. 

Küçük pembe mektuplar doladım ayaklarına. 

Sen tutunup kaçamadan göç etti kuşlar. 

Diyar diyar dolaştı satırlarım. 

İkinci güne kalan bir yemek gibi kapatıldı üstü soru işaretlerimin. 

Fakat ince bir tavada bile ısıtılmadı noktalarım. 

Silindi harfler sis dolu bir şehirde. 

Kavuşturamadım şu geceleri sana.

İkamet etmek istedim kalbinin en batısına. 

Yeniden kelimeler yazmak istedim kordonuna yüreğinin. 

İlk harfinden başlayıp silmeye başladı bulutlar söz yaşlarıyla.  

Tesellisi oldu bir kaydırak gözlerimin.

Daha şehvetli soldu kan kırmızısı senin bahçende.

En alaycı sanrısıydın artık dimağımın.

Ve sonra inandım; tüm ölümleri biriktirip bir çarşamba günü yeniden doğmanın gerektiğine.

Avatar

Yıldızlar düşsün ellerine.

Avatar

Bir yiğit doğdu ötelerde. Aylardan Kasım, sayılardan 18. Zaman 1993 yılını işliyordu. Zaman bir meleğin doğuşuna akıyordu. Hıçkırığına ağladı yer ve gök. Derin sancı çekti gök kubbe. "Ya Şehit!" dedi melekler, "Bayrağınla hoş geleceksin arşa!". Ve 6 Eylül 2015 yazıldı kader çizgisine.

Emanet edildi Dağlıca 16 yiğide. Onlar ki, arşa yükselen en şerefli melekler. Onlar ki, bu dünyaya vedûd öğreten şehitler. Onlar ki, ay yıldıza gönül vermiş erler. Hayatımızdan gelip geçen en parlak yıldızlar. Ne mutlu o yıldızların parlaklığını görebilene! Ne mutlu o şehitlerin göbek bağı kesilen analarına! Bir selamına erişmiş canlılara ne mutlu!

18 Kasım'ın yüceliği bozkurt yüreğinde. Şehadete erdiğin o dağ bekliyor yerinde. Eylül, 16 yaprağın dökülmesi hüznünde. Ah Eylül...Ah kara Eylül! Yaktın 16 evi can evinden Eylül!

Kahrolası hainlere attık koca bir mermi. Küçücük bir köye sığdırdık özlemini. Eyy nefes alan canlılar, duyun Allah aşkına! Sıkılan o topraktan hala fışkırıyor şüheda. Eyy oğullar,babalar,eşler... Eyy cennete meşale götüren şehitler... Okuyun Allah aşkına şu satırları! Sizi şehit edenler için hazırladık nâr'ı. Ya Rab eviniz eyledi uçmağı.

Selam olsun o kaydırağa, salıncağa. Selam olsun adınla şereflenen Taytan İlköğretim Okulu'na. Selam olsun abicim çocukluğumuza.

Selam olsun ÖZGÜR YATAKDERE'YE. Selam olsun 16 YİĞİDE.

Bin selam bin dua ile!

You are using an unsupported browser and things might not work as intended. Please make sure you're using the latest version of Chrome, Firefox, Safari, or Edge.