mırıltı.
güneş doğuyor, beyaz bir kış sabahı burnunuzu paltonuzun kalkık yakalarından içeri sokmuş, elleriniz ceplerinizde yürüyorsunuz. güneş kışın güzel doğar.
güneş tam tepede, bir öğle vakti yani, asla yaz değil, tatlı bir serinlik var, çünkü çok sıcak bir günün o saatinde dışarı çıkmış bir siz işime gelmez, coğrafyam zayıf, kimbilir dünyanın hangi bölgesindeyseniz artık hafiften rüzgar esmeye başladı, kalabalık bir ortam, cam kenarı, siz başınızı kaldırmış sürü halinde uçan kuşların tuhaflıklarını izliyorsunuz.
güneş batıyor, palmiye ağaçlarıyla bezeli caddede turuncu bir deniz eşliğinde bisikletle gidiyorsunuz. şimdi yaz olabilir. güneş yazın güzel batar.
nerede olduğunuz beni ilgilendirmiyor. nerede olmadığınız beni öldürüyor. siz. benim dışımdaki bazı insanlar. -hepiniz değil. onların içinden de bunu okuma lütfuna erişmiş olanlarınız elbette. yoksa saçma olurdu.-
sizi izliyorum, sizi uyduruyorum, sizinle birtakım şeyler yapıyorum. bir gün tanışırsak anlatacağım şeyleri biriktiriyorum. hiçbir yere yazmıyorum, biraz çiziyorum. bugünlerde biraz üzgünüm. epey üzgünüm. saçlarım rüzgarda uçuşmayalı ne kadar uzun zaman oldu. ne kadar zamandır biriyle koşu yarışı yapmadım. keşke o gün öyle olmasaydı. üzgünken bunları düşünüyorum.
bildiklerim beni bazen şaşırtıyor, sabah vakti miydi, gece miydi, -hiçbir zaman hatırlamam- uykulu bir halde şunu mırıldanıyorum:
"إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللّهِ وَأَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ" (yûsuf, 86)